27 Aralık 2016 Salı

Doğa Yasalarına Giriş ve Toplumsal Alanın Reddi Üzerine IV


Her şeyden önce en başta toplumsallaşma olgusu; insan aklının evrimsel tek yönlü, ilerlemeci, dikey gelişim sürecinde ortaya çıkan, salt özellikleri itibariyle genel, durağan, yönelimsiz bir hatadır (kusurdur).

İnsan aklının gelişim sürecindeki bir kusur olan toplumun ortaya çıkışındaki anlam yani en temel sebep; evrensel, soyut ve ilksel bir neden olan insan aklının bu yapısı itibariyle gelişim sürecinin; insan aklının doğa yasalarına bir uygulanması olan üretimsel alanın deneysel, görgül, pratik olan özellikleri sonucunda ona karşı daha yavaş bir düzeyde ilerlemesidir. Yani, insan aklı soyutlamaya dayalı, saf, tümel; üretimsel alan ise uygulamaya dayalı, pratik ve tikeldir. Ayrıca evrensel, kendiliğinden bir neden olan insan aklı, bu özelliği nedeniyle nedenleri sorgulayabilme yetisine sahiptir. Oysaki insan aklı bir ereksel neden iken, üretimsel alan onun bir uygulama alanıdır ve nedenlerin bir sonucudur. İnsan aklının ilerleme süreci ayrıca sembolik bir anlatımdır. Çünkü, insan aklı başlı başına tümel bir bütünlüktür ve ilerleyiş zaten var olan bu evrimsel bütünlüğe doğru bir devinimdir. Ve bu yüzden bir zorunluluktur.

Oysa, insan aklının pratik bir uygulaması olan üretimsel alan, daha çok deney ve gözleme dayandığından zorunlu olarak, sabit derecelerle değil, belirli koşulsal durumlara, zaman ve mekan pratiğine göre ilerler. Ancak, insan aklına yani doğa yasalarına dayansa bile pratik, tikel, koşulsal bir ilerleme olduğu için, insan aklının en saf özelliği olan kendiliğinden nedenlik işlevini tümel ve soyut alandan tamamen bağımsız yerine getiremez. Ayrıca ekonomik devinim, her zaman bu yapısı nedeniyle, insan aklının tarihsel gelişim düzeyinden daha hızlı ama daha çarpık ve dengesiz ilerler.

Yaşanan bu devinimsel süreçteki doğal ve kaçınılmaz uyumsuzluk, gelişime ve devinime hiçbir şekilde tabi olmayıp, statik ve tikellerin kendisi değil özel durumları olan,  insan aklının varoluşsal en temel baskı aracı olan başka bir alanı tetikler. Yani tarihsel bir bağımsızlığı olan insan aklının, tarihsel gelişim sürecine tabi olan üretimsel alana karşı bu dengesizlik durumu, insan aklının doğal çatışma alanı olan duygusal varlığının belirmesi toplumun ortaya çıkmasıdır.

İnsan aklı - üretimsel alan (bunun içerisinde maddi üretim olduğu gibi ahlaksal düşünsel üretimler de vardır.) devinim dengesizliği yapısal, doğal ve mutlak bir durumdur. Yani bir çatışma, kökten aksaklık durumu değil sadece insan aklının gelişim düzeyindeki ilerleme seyrinin zorunlu bir basamağıdır. Mutlak ve tümel olan insan aklına karşı bu devinimde ortaya çıkan toplum yapısı ise, süreç içerisinde ortaya çıkan ve yok olacak ve olmak zorunda olan bir kusurdur.

3. Toplumun Kavramsal Olarak Bağımsızlığı ve Etkilerinin Evrenselliği Sorunu:

Toplumun özellikleri itibariyle değil ama bir kavram olarak belirli sınırları ve çizgileri yoktur. İnsan kavramından da tamamen bağımsızdır. Toplumsallaşma olgusunun kendisi evrensel bir kusur olduğu için ve bu kusurun kaynağı olan dengesizlik durumu evrensel bir gerçeklik olduğu için herhangi bir zaman ve mekan sınırlamasından da bağımsızdır. Hatta belirli koşulların varlığında, düşünsel bir kaynakta dahi işlev görür. Şöyle ki, toplum olgusunu veya bir toplumsal sorunu ve onun etkilerini eleştirmek, değiştirmek için ortaya çıkan bir düşünce pratiği (Teorik düşünce bu tür etkilerin dışındadır. Çünkü saf insan aklının bir görüntüsüdür) ve kollektif eylemcileri zorunlu olarak kendi içerisinde toplumsallaşır. Toplumun mekanizmaları ve etkileri altına girer.


Toplumsal bir sorunu hedef alan düşünce pratiği kollektif eylem alanına girerek toplumsallaşır ve tabakalaşma, hiyerarşik düzene dayalı iş bölümü ile birlikte harlanarak mit ve sembollerle ideolojik bir üretim alanı haline gelir. Örneğin; toplumun sınıflı ve sömürüye dayalı düzenini eleştirmek ve dönüştürmek için ortaya çıkan komünist veya feminist bir fikir, kollektif bir eylem ve hareket ile zorunlu olarak toplumsallaşır. Bunun sonucunda, kendi eleştirdiği sistemi ve uygulamaları tekrarlayan ve bu nedenle eleştirdiği sistemi meşrulaştırma aracı haline gelen bir hüvviyete bürünür. Eleştirdiği sistemi dönüştürmek isterken, kendisi bu yolla devre dışında kalıp, o eleştirdiği sistemi yeniden üreten bir araç haline gelir. Bu toplumun kendisini koruma mekanizması ve muhafazakar yapısının bir sonucudur. Toplumun bu kendini koruma ve yeniden üretme mekanizmasına Robert Michels'in ''Oligarşinin Tunç Kanunu'' teorisine öykünerek ''Toplumsallaşmanın Tunç Kanunu'' diyebilirim.

Robert Michels
Bir düşünce pratiği, bir düşünce teorisine yani insan aklının tümel bütünlüğüne dayanır, oysaki toplumsal yapı bunu tamamen dışlar niteliktedir. O, insan aklına karşı doğal bir baskı ve çatışma alanıdır. Bunun için, toplumsal yapı her türlü düşünce pratiğini kollektif düzeyde toplumsallaştırır yani baskı altına alır ve yozlaştırır.

Bu temel tezimin iyi anlaşılabilmesi için, ekonomik alanın toplumsal alandan bağımsızlığı olduğu vurgusunun iyi anlatılması gerekiyor. Ekonomik düzenlemeler ve gelişimler, toplumsallaşmanın gerektirdiği dönüşümler değil, toplumsallaşmanın kendisi bizzat ekonomik gelişim düzeylerinde yukarda bahsedilen doğal uyumsuzluğun ortaya çıkarttığı tarihsel, dönemsel bir yapıdır. Ayrıca toplum, insanın aklını dışlayan ve her zaman onun doğal bir baskı unsuru olan, insanın duygusal alanına aittir. İnsanın duygusal alanından bahsedilirken daha sonra detaylıca değinileceği şekliyle, insan duygularının bilgisine ulaşmada temel problemler vardır. Birincisi, duygusal alan zaten aklın temel dışlayıcısıdır. İkincisi, duygusal alan insanın maddi gerçekliğinin dışındadır. Ancak toplumsal alan içerisinde veya bireysel düzeyde maddi sonuçlar doğurur. Ayrıca, Akıl - Duygu çatışması toplum kavramından önce gelir ve bu çatışma başlangıçta insandan önce ve bireysel anlamda var olur. Üçüncüsü, duygusal alan olgulara değil olaylara yöneliktir.

Toplum, İnsan aklının gelişim düzeyinde ortaya çıksa da, insan aklını doğal bir yönelimle sürekli baskı altında tutacağından din, ritüel ve sembol yani sürekli bir duygusal alan üretimi haline gelip; aynı zamanda adaletsizliğin, eşitsizliğin ve kitlesel savaşların üretim yeri olan bir çatışma alanı olarak kalacaktır.

15 Aralık 2016 Perşembe

Doğa Yasalarına Giriş ve Toplumsal Alanın Reddi Üzerine III


Nerede ve ne zaman olursa olsun, her toplumsal yapı 3 temel ölçekte baskı mekanizması oluşturur. Akıl, bilinç ve karakter.

İnsan aklının toplumsallaşma sürecinde baskılanması; toplumsal alanın üretimi olan; sürekli tekrarlanan ve yaygınlaşıp toplumsal bir norm haline gelen mit, sembol, inanç efsaneleri ve ritüller ile oluşan; korkutma, ceza, sindirme ve ödül yöntemleri ile keskinleştirilen toplumsallaşma sürecinin kendisi.

İnsan bilincinin baskı altına alınması; aklın değil ama onun oluşum ve gelişim koşullarının, yani aklın dışsal koşullarının baskılanması. İnsanın kendi varlığının sınırlarının bulanıklaşması ve toplumsal boyut ile yer değiştirmesi. Toplumun kitlesel üretim alanı olan okullar, daha mikro ölçekli yapı olan aile olgusu içerisinde daha yoğun bir şekilde gerçekleşir.

Karakterin baskı altına alınması; Etik değerlerin ve insan ahlakının yani insanın kendi bireysel kişiliğinin baskılanıp topluma devredilmesi.

Bu süreçlerin kendisinin çarpık yapısı itibariyle, toplumda adalet olgusunun imkansızlığı, savaş ve çatışma ortamının devamlılığı gibi sonuçlar doğururken, yöntem olarak ideolojik, dinsel, aidiyet duygusu veya kültürel, tarihsel birliktelik gibi toplumsal devamlılık ilkesi ile sürüklenir. Bu çarpık görüntü ile toplumsal yapıların belirli sorunları, kusurları ortaya çıkar.

1. Toplumun Temel Belirli Yapılarının Değişmezliği Sorunu:

Sanayi öncesi toplumlarının, belirli hiyerarşik yapıları, sosyal formları, sanayi ve sonrası toplumlara aktarılır. Bunun temel sebebi toplumun kendi öz varlığının zaman ve uzamdan bağımsızlığıdır. Tarım toplumlarındaki üretici hane ve ev içi çalışan üretim birimlerinin yerini, sanayi toplumunda sistematik olarak emek sömürüsüne tabi olan işçiler ve fabrikalar alır. Aynı şekilde tarım toplumlarının feodal düzeni, toprak ağalarının yerini; sanayi toplumunda, üretici emeği kendi kar maksimizasyonu doğrultusunda sömüren burjuva sınıfına ve büyük şirketlere devretmiştir. Sanayi sonrası toplumlarda da bu kural geçerli olacaktır ve olmak zorundadır. Çünkü, toplum yapısı içerisinde güç ve iktidar önceden belirlenmiş yasalara göre işler. Bu, toplumun kendi içerisinde doğal olarak ortaya çıkan yasalardır ve bunlar aslında doğa yasalarının çarpıtılmış bir görüntüsünden başka bir şey değildir. Aynı şekilde sanayi sonrası toplumda, kapitalist ekonomi mantığının bir ürünü olan '' bilimin tekelleşmesi'' sorunu vardır ve bu sorun zaten toplumun katı, sabit belirlenmiş yapısının bir ürünüdür.

Toplumun değişmezliği sorununda bilginin, bir kültürel bir sermaye olarak oluşturulduğu ve bunun aynı sınıflı yapı ve hiyerarşik düzenle aktarıldığı görülmektedir. Sanayi sonrası toplumun hakim sınıfı, bu kültürel sermayeye sahip yani toplumsal gücü elinde bulundurduğu ve tekelleştirdiği için bilgiye ulaşma kudretini elinde bulunduran ve bunu toplumsal tabakalaşma mantığıyla yeniden üretip aktaran teknik ve elit sınıflar olacaktır ve olmaktadır. Bu yeni bir sınıfın ortaya çıkması değil, zaten var olan sınıfın kendini farklı formasyonla yeniden üretmesidir. Bunun için toplumsal değişimlerdeki aslında var olan değişmezlik sorunu, her zaman toplumsal gerilimlerin, yıkımların, mücadelenin, adaletsizliğin, savaşların, haksızlıkların da değişmezliğinden başka bir şey değildir.

Doğa yasalarının, toplumsal kavram ve yapılarla çarpıtılması, insan aklının devre dışı kalması anlamından başka bir şey değildir ve bu durum zaman ve mekandan bağımsız her toplumsal yapının değişmezidir. Yetenekli, güçlü, zeki, iradeli insanlar, içlerinden liberal hikayelere konu olan sembolik isimler veya bir şekilde diğerlerinden daha şanslı olabilenler dışında toplum içerisinde erir ve yok olurlar. Onun yerine toplumun katı disiplininde kendine iyi bir zırh bulabilenler, kişiliğini çabuk bastırıp uyum sağlayabilenler, toplumun devamlılığına ve yeniden üretimine katkı vermek şartıyla kendilerinin olmayan ve hak etmedikleri konumlara ve statülere sahip olabilirler. Net olarak ifade edilirse buradaki temel sorun toplumsallaşma sürecinde ortaya çıkan, sonradan oluşan bir aksaklık değil, bu toplumun bizzat kendisidir.

2. Ekonomik Alanın Toplumdan Bağımsızlığı Sorunu (Toplumsal Bilginin İmkansızlığı Sorunu):

Özellikle Daniel Bell gibi bazı sosyal bilimciler ve sanayi sonrası toplum kuramcıları; yaşadığımız dönemi, enformasyonal gelişmelerin, bilgi akışı ve çapının büyümesini bir toplumsal değişim ve gereksinim olarak görmüş ve artık egemen sınıfın servet ve mülkiyete sahip olanların değil teknik bilgiye ve teknolojik alt yapıya sahip olanlara geçtiğini söyleyip, toplumu sosyo teknik alana indirgeyerek bu dönemi ''bilgi toplumu'', ''ağ toplumu'' gibi kavramlarla açıklamaya çalışmışlardır.

Daniel Bell

Oysaki insan aklı tamamen özerktir ve toplumsal yapıyla tarihsel ve zorunlu bir çatışma içindedir. Sanayi sonrası toplumdaki bilgi ve enformasyonal değerlerin önem kazanması bir toplumsal kazanım, gelişim, gereksinim değil; bizzat toplumun kendi salt yapısının zayıflamasıyla ilgilidir. Birincisi, toplum bir bilgi üretim alanı değil insanın duygusal yönüyle ilgili olması nedeniyle mit, sembol, ritüel ve kültür üretim alanıdır.

İkincisi, sanayi sonrası toplumda ortaya çıkan bilgi ve buna dayalı mesleklerin yükselişi, kitle üretimine dayalı imalat sanayisindeki faaliyetlerin düşüşü ve bunun toplum üzerindeki etkileri, tamamen insan aklının doğa yasalarıyla girdiği ilişki sonucu yaşanan bir tepkisel gelişim sürecidir, doğrudan insan aklındaki gelişmelere dayanır ve bu ilişkinin gelişmesi kaçınılmaz olarak toplumsal alanı zayıflatır. Sanayi sonrası toplum kuramcıları analizlerini yaparken genel olarak kendi yaşadığı toplumlarla yani batı toplumlarıyla sınırlı kalmışlar ve bunun sonucunda da toplumu başlı başına yapısal bir birim olarak ele almada yetersiz kalmışlardır. 

Üstelik toplum birimlerindeki bu dönüşümler her yerde aynı hızla seyretmemektedir. Yani insan aklının toplumsal alan tarafından baskılanma seviyesi mekansal olarak değişmektedir. Ayrıca sanayi sonrası toplum kuramcılarının bilimsel ve teknolojik gelişmeyle sınıflı yapıların ortadan kalktığı tezi oldukça kusurludur. Birincisi, sınıfsal yapılar ve toplumsal tabakalar tamamen toplumun kendi öz alanıyla ilgilidir ve onun bir sonucudur. İkincisi, bilimsel gelişmelerin ancak o toplum içinde geçerli olacak şekilde, toplumsal sınıfları çözülmeye uğratabilmesi imkanı o toplumsal yapı ve hiyerarşik düzeninin insan akllı tarafından zayıflatılmasıyla mümkündür. Çünkü toplumun sınıflı yapıları, toplumun doğrudan bir yapısal sonucu olarak insan aklıyla çatışmaya girmek zorundadır.

Ancak gelişmiş (toplumsal alanı zayıflamış) (batı toplumları) toplumlar kitle kültürünün hala yoğun yaşandığı, geleneksel yapıların katı özelliklerini sürdürdüğü toplumlar üzerinde yoğun bir şekilde baskı ve sömürü uygulamaktadır. Bunun devamlılığı için, o toplumlar üzerinde emperyal hareketler doğrultusunda çeşitli ideolojik araçlar, tedbirler gerekirse en sert askeri müdahaleler veya yine o toplumlara karşı o toplumlar üzerinde; onların kural ve kaidelerine uygun olacak şekilde onların çeşitli gelişim araçlarına baskı, müdahale ve saldırı uygulamaktadır. Sınıf mücadelesi ile ilgili yazımda da belirttiğim gibi, dünyadaki sınıfsal tabakalaşma olgusu çözülmemekte; aksine artık evrensel boyutta ve medeniyetler arasında, bir mezhepsel ve ideolojik görüntü arkasında daha global ve küresel bir boyut kazanmıştır. 

Üstelik gelişmiş - gelişen ülkeler arasındaki bu ayrım ve çatışma, gelişmekte olan sömürge ve yarı sömürge konumunda bulunan ülkeler aleyhinde, yoğun bir şekilde yoksulluk ve fakirleşme yaratmakta, bu durum o ülkeler içindeki sınıf mücadelelerini derinleştirmektedir. Toplumlar arasındaki bu toplumsal yapı ayrılığı, insan aklı ve toplum arasındaki çatışma gibi o toplumlar arasında da doğal olarak sürekli bir uyuşmazlık oluşturmak zorundadır. Bu çatışma birey (insan aklı) ve toplum arasında olduğu gibi değişik formdaki toplumlar arasında da devam etmektedir.










2 Kasım 2016 Çarşamba

Doğa Yasalarına Giriş ve Toplumsal Alanın Reddi Üzerine II


İkinci bölüme şu soruyu sorarak başlamak istiyorum. Toplum nedir?  Bu soru için yapısal bir tanımı başka bir bölüme bırakarak soyut ve anlamsal bir tanım yapmam gerekirse, Toplum; insan aklının devre dışında kaldığı, '' akıl ve duygu çatışmasında '' aklın yerini duygusal verilerin aldığı, insanın maddi boyutunun dışında bulunan ve bunun için asla bilgisine ulaşamayacağı duygusal enerjinin, insanın bireysel ve ahlaksal tüm alanlarını ele geçirip oluşturduğu ama mit ve sembollerle maddi boyut kazanan, insan zihninin duyusal alanına ait hayali bir tasavvurdur. Ancak hayali bir dizayn olması, onun insan dışında bir gerçekliğinin olmadığı anlamına gelmez. Onun için, salt üyelerinin tek tek sayısal toplamından ibarettir diyemeyeceğimiz gibi, doğa yasalarının etkisinde olmayan onun hayali bir görüntüsü de diyemeyiz. Doğa yasalarının temel belirleyici olması genel kuraldır. Bu kural toplumsal alanda da işler. Toplumun oluşumu, yapısal süreçleri ve değişimleri, ekonomik ve teknik faktörlere bağlıdır. Toplumun kendisinin doğa yasalarına karşı hiçbir belirleyiciliği yoktur. Burada temel ve tek belirleyici insan aklı ve onun keşfedebildiği doğa yasalarıdır. Bunun için, ekonomik ve teknik faktörlerin akli süreçlere dayanması ama insan aklının devre dışında kaldığı bir olgu olan toplumu dönüştüren temel etkenlerin de bu faktörlerin olması arasındaki çelişki sadece görünüşte kalır. 

İnsan aklı asla toplum tarafından dönüştürülemez, onun kendi salt özüne bir etkide bulunamaz. Ama toplumsal alan insan aklına bir müdahalede bulunamasa bile onu devre dışında tutar ve baskılar. Daha önce burada doğa yasalarının baskılansa dahi asla yok edilemeyeceğinden söz edilmişti ve örnek olarak da toplumda baskılanan cinsellik olgusunun, sapıklık derecesinde vahim sonuçlarla geri dönüşümde bulunduğu ifade edilmişti. Hemen belirtilmelidir ki, buradaki etki yapısal değil davranışsal bir etkidir. Yani doğa yasalarının yapısal olarak bir değişiklik geçirmesi söz konusu değildir. Buradaki özsel değil, sadece davranışsal bir şekil değişikliğidir. Çünkü, doğa yasaları insan aklının baskılandığı duyusal bir alanda etkide bulunmuştur. Yukardaki tanımdaki çelişkinin sadece görünüşte olduğunun daha iyi anlaşıldığını umuyorum. Toplumun üretiminde ve sürekliliğinde, geleneksel hiyerarişik düzenin oluşumu ve sürdürülmesinde, norm ve kurallarının oluşumunda insan aklı sürekli baskılanır ama onun yapısal belirleyiciliği genel kuraldır. Çünkü gücünü doğa yasalarından alır.

Buradan söylenmesi gereken bir diğer nokta da, toplumsal akıl diye bir kavramın asla var olamayacağı ve oldukça gülünç gözüktüğüdür. Buradaki temel çatışma, bireysel akıl (insan aklı) ve bireyin duygusal alanı (haz olgusu insanın duygusal alanının içindedir, bu ikisini birbirinden dışlayan yaklaşımlar benim tarafımdan kabul edilmiyor) arasındadır. Toplum ise bu çatışmada duygusal alanı temsil eden ve onun görünüşte zaferle çıktığı bir olgudur. Toplumsal akıl diye bir kavramın tamamen red edilmesi, toplumu tarihsel olarak da analiz ederek rahatlıkla görülebilir. Burada Auguste Comte'nin terminolojisine başvurarak, onun geliştirdiği üç hal yasasından hareketle insanlık tarihindeki toplumsal gelişim dönemlerine değinilecek. ( 1 )

Auguste Comte
1. Teolojik Dönem; 1300 yılına kadar olan bu dönemde insan bütün olguların doğa üstü güçlerin bir sonucu olduğunu düşünür. İnsan aklının kullanımının oldukça sınırlı olduğu bu dönemde, duygular ve hayal gücü baskındır. Herşeyin nedeninin Tanrı veya Tanrılar olduğu kabul edilir. Bu dönemde kabile örgütlenmeleri ve geleneksel aile yapısı yaygındır. Cemaatçilik olgusu ve toplumsal yapı oldukça sıkı ve güçlüdür. Aklın kullanımı oldukça sınırlı olduğu için doğa yasaları henüz yeterli seviyede keşfedilememiştir. Bunun için ilkel yaşam standartları görülmekte, bireysellik yok denecek kadar azdır.

2. Metafiziksel Dönem; 1300 ve 1800'lü yılları kapsayan bu dönem akıl ve duygu çatışmasının yoğunlaştığı, insan aklının ve dolayısıyla bilimsel gelişmelerin, toplumun geleneksel baskılarına karşı mücadelenenin arttığı, sanayi devrimine uzanan ve geleneksel aile yapılarının çözülmeye başladığı dönemdir. Bu dönemde, akıl ve toplumsal yapı arasındaki karşıtlık, Avrupa'daki reform hareketleri döneminde, kilisenin geleneksel toplumsal yapı ve kalıp yargılarını korumak adına bilim adamlarına yaptığı baskı ve sansürden görülebilir.

3. Bilimsel Dönem ve Bilgisayar Çağı; 1800' lü yıllardan itibaren pozitif düşüncenin gelişmesiyle (buradaki gelişmenin kaynağı görüldüğü üzere toplumsal süreçler değil bireysellik ve bireysel akıldır) bu dönemde toplum ve onun her türlü baskıcı, sansürcü, saldırgan yapı ve yargıları zayıflamaya başlamıştır. Düşünceler ve açıklamalar artık, sadece toplumsal üretimle ortaya çıkabilecek; dinsel spekülasyonlara, geleneksel hurafelere değil, bilime ve ampirik deneylere dayanmaktadır.

Burada toplumun zayıflaması ve bireysel aklın zaferini müjdeleyen iki temel ayrıntı vardır.

1. Artık olgularda ''doğru veya yanlışın'' değil ''gerçeğin'' aranması. Doğa yasalarında doğru veya yanlış gibi toplumun önyargılarına konu olan ve üzerinden hiçbir dayanak noktası kurulamayan göreceli kavramlardan söz edilemez. Ancak, bu gelişmenin henüz başlangıç düzeyinde olduğu belirtilmeli ve bir geçiş döneminin ilk adımı olarak görülmeli. (Doğa yasaları incelenirken bu konuya tekrar değinilecek)

2. Artık geleneksel aile yapıları zayıflamış ve onun yerini modern çekirdek aileler almıştır. Bireysel zaman ayırımlarının artması, insanların aileleriyle değil de daha çok kişisel arkadaşlarıyla veya bilgisayarlarıyla zaman geçirmeye başlaması, toplumun yarattığı kişiliksizleşme problemini zayıflatabilecek unsurlardır.

Günümüzün gelişmiş batılı ülkelerinde toplumsal yapı ve hiyerarşik düzen çözülmekte, bireysel yaşam ve örgütlenme modelleri hız kazanmaktadır ve bu da insan aklının oradaki gelişiminin daha fazla görülebildiğinin en önemli kanıtıdır. Aslında süreç iki yönlü işler. Oradaki yaşamın geleneksel unsurları azaldığı, bireysel hayat tarzı arttığı için bilimsel gelişmeler orada daha yoğun yaşanabiliyor ve insan aklı geliştikçe pozitif düşünce hız kazandıkça, bireyselleşme aynı oranda yükseliyor toplumsal yapılar boş inanç ve kalıplar zayıflıyor. Çünkü; toplumsal yaşam, onun inanç sistemleri ve onun kuralları insan aklına yapılmış en büyük hakarettir.

Bir sonraki bölüme atıfta bulunarak, bir takım önermeler ortaya atarak bu bölümü sonlardırmak istiyorum. 

1. Nerede ve ne zaman olursa olsun her toplumsal yapı kendi içinde kapalı, gelişmeye direnç gösteren, muhafazakar bir yapıdadır.

2. Nerede ve ne zaman olursa olsun tüm toplumsal yapının oluşum kaynağı, birlikte yaşama, dayanışma ve korunma olgusu değil; esas olarak üretimin bölüşümü, iş bölümünün uygulanabilmesi, sınıfsal yapının korunumu ve sürdürülmesi, belirli bir sınıfa uygulanan tahakküm olgusudur.

3. Toplumsal her yapıda insan aklı baskı altında tutulacağından, her toplumda adalet olgusu, toplumun kendi dönemsel, mekansal şartlarına veya belirli bir sınıfın çıkarına göre düzenlenecektir.

4. Toplum; insanın duygusal alanının anonim düzeyde temsil alanıdır. Bunun için kişiliksizleşme ve sorumsuzlaşma problemini beraberinde getirir. Kontrolsüz bir mit ve sembol üretim yeri olduğu ve güçlü bir korunma içgüdüsüne sahip olduğu için nefret duygusunun ana kaynağıdır. Adalet ve eşitlik gibi olgular toplumsal yapıda her zaman baskılanacağı için Dünya'nın yoksulluk, adaletsizlik, kirlilik gibi genel problerinin temel kaynağıdır. Bunun genel dayanağı toplumun kendi yapısal, özsel mantığından gelir.

5. Doğa yasalarının genel belirleyici olması ilkesi gereğince, insanın evrimselleşme sürecinde toplumsal yapılar zayıflayacak, bireysel akıl ve bireysellik olguları zamanla daha da güçlenecektir.

Bu bölümü burada bitiriyorum bir dahaki bölümde önce topluma yapısal olarak bakılacak ve üç temel yasayla devam edilecek.

REFERANS

( 1 ) Temmuz Gönç Şavran, ''Sosyolojide İlk Dönem Gelişmeler'', Klasik Sosyoloji Tarihi, (der) Serap Suğur, Eskişehir, Anadolu Üniversitesi, 2013








6 Ekim 2016 Perşembe

Doğa Yasalarına Giriş ve Toplumsal Alanın Reddi Üzerine I


'' Doğal '' kelimesi üzerine konuşulduğu an, özellikle günlük kullanımda görüldüğü şekliyle akla gelen ilk şey insan dışındaki her şeydir. El değmemiş, insanın etkisinden uzak, tamamen doğaya ait ve doğal. İnsan etkisi ise bunu beşeri ve suni bir anlama sürükler. Oysaki, insan maddi varlığı ile birlikte tamamen doğal bir varlıktır ve yaptığı etkiler de toplum ve sosyal çevre tarafından yozlaştırılıp çarpıtılsa da, doğal nitelikte olmak zorundadır. Önce size şunu söyleyeceğim. Yıllarca duyduğumuz ve bizlere hayatımız boyunca sürekli söylenen bir yalanı. '' İnsan sosyal bir varlıktır '' yalanını.

Bu yalan, öyle kökleşmiş, kalıp bir yargı olmuş ve tartışılamaz bir hal almıştır ki, bu konu hakkında aksi bir iddiayı söyleme teşebbüsünde bulunanı dahi hayatlarınızda göremezsiniz. Ama, eğer bir felsefeciyseniz sizin alanınız herşeydir, amacınız nihai gerçekliğe ulaşmaktır. Söylenenler, anlayışlar, ilgiler, görünüşteki ilk duyusal veriler, popülizm, maddi çıkar, insanların sevgi ve nefretleri sizin için hiçbirşey olmak zorundadır.

Şöyle ki, toplumun asosyal olarak gördüğü ve bu sebeple psikolojik sorunlu olarak addettiği, hatta kendisine psikoloji literatüründe lakap (hastalık ismi vs.) verilen genç veya ergenlik çağındaki bir çocuk veya sadece bir insan, aslında kendi düzenine, kişiliğine uymayan; kendi doğal varlığından gelen ahlak anlayışına, sorumluluklarına benzeşmeyen suni ve yabancı bir ortama adapte olamamıştır ve bu sonsuz bir şekilde doğal, normal ve olması gereken bir durumdur. Ama sosyal ortamda bu kişi bir rahatsızlık kaynağı olacaktır, çünkü uyumsuzdur. Aslında bu ve buna benzer insanlar için bu rahatsızlığın sebebi, kendisinin mevcut toplumsal düzene, kural ve normlarına karşı bir tehdit olarak görülmesidir. Ancak bu durum, sağduyu tarafından fark edilmeyecek ve dillendirilmeyecektir. Ama toplumun katı yapısı gereği, içten içe süreç bu şekilde işler. Kişiden kendi kişiliğini ertelemesini, sorumluluğunu toplumsal sorumluğa devretmesi istenecektir. Toplumsallaşma sürecinde ortaya çıkan iki temel sorun böylece şu şekilde belirir;

1. Kişiliksizleşme,

2. Sorumluluk Reddi,

Kişiliksizleşme; toplumsal süreçlere uymak, adapte olmak ve kendi çıkarı için kendi görüşlerinin tersini söyleme, aslında bireysel olarak kabul edemeyeceği davranışları sergileme; normalde kötü göreceği şeye iyi, iyi kabul edeceği şeye kötü deme şeklinde kendini gösterir. Toplum içerisinde birey, zorunlu olarak bireysel ahlakına veda eder. Çünkü kişilik olgusu bireysellikten çıkıp toplumsallaşacaktır. Artık toplumun kişiliği ve ahlakı gerçekliğe bürünecektir. Yani aslında var olmayan, insanların imgelemleri tarafından yaratılıp gerçek sandığı hayali bir gerçekliğin. Bu ise ekonomik süreçlerle belirlenir, işte sorun burada başlıyor ama şimdilik bu kadarla bırakalım.

Sorumluluk Reddi; bireysel olarak şekillenen ve doğal süreçlerle sağlanan, bu evrene aidiyet duygusundan kaynaklanan duyarlılığın, sağlıklı, erdemli yaşama istencinin bireysel düzeyde red edilip (tabiki bu red görünüştedir) topluma devredilmesi ve yine, aslında hayali bir gerçekliğin insan yaşamında, sağlığında, hayat kalitesinde söz söylemesi. Günümüz toplumlarının kapitalist tüketim kültürüne nasıl uyum sağladığı görülünce, doğaya liberal bir anlayışla bir değişim değeri gözüyle baktıkça, doğanın düzenin nasıl felakete sürüklendiği ve iklim değişimlerinin derecelerinin boyutlarına şaşırmamak gerekiyor. Bunun sorumluluğunu üzerine alıcak kim var ? Ama toplumsal aktörler vardı değil mi ? Hala varlar.

Şimdi başa dönelim, henüz bu koşullara yeterince adapte olamamış asosyal insanımız kendisinin ne kadar normal bir durumda olduğunun farkında değildir. Gerçektende yaşam toplum üzerinden dönüyordur, güzel kızlar güzel erkekler hep oradadır, eğlence ve şamata da. Kendi doğalarına yabancılaşmış insanlar utanma dürtülerini de topluma devrederler. Toplum içerisinde uyumsuzluk veya normlarına karşı saygısızlık utanç kaynağıdır. Ama asosyal insanımızın kendi doğasından gelen kendi kişiliği ve utanç dürtüsü vardır. Gerçek ve normal olan da bundan başkası değildir.

Bu kişinin toplum tarafından rahatsızlık kaynağı olup sürekli baskı altında kalacağını belirtmiştik. Hatta ailesi de bunların başında gelerek, çocuğunu sosyal ortama adapte edebilmek için elinden geleni yapacaktır. Aslında haklıdır da, çünkü o ortama giremediği sürece gelecekte o insanı büyük sorunlar beklemektedir. Çünkü toplum, doğadan gelen her türlü kaynağı da emerek kendi menfaati doğrultusunda dönüştürecektir. En çok dalkavukluk düzeyinde başarılı olabilenler, yağcılar, gösteriş budalaları ve toplumun yapısını en iyi çözümlemiş kurnazlar bundan en çok yararlanacaktır. Muhafazakar toplumlarda en çok prim yapabilenlerin din adamları olmalarına bu yüzden şaşırmamak gerekiyor. Zaten, bu mekanizmaları ve işleyişleri birey toplumsallaşma sürecinde öğrenir. Yani burada, kişiliksizleşme ve sorumluluk reddi ile beraber kişilerin kendisinin çıkarcı veya bencil olamayabilecekleri anlaşılmasın. Burada doğal süreçlerin ertelenmesi aslında söz konusu değildir. Sadece öyle sanılır. Doğa yasaları her zaman ve her koşulda işlemeye devam eder. Burada olan şey, doğa yasalarının suni bir hüviyete bürünüp, insanların doğal davranışlarına bir aykırılıkla devam edip ama bunu toplum dedikleri bir gösterişle ve yalanla perdeleme çabasının bir sonucudur. Ensest ilişkilerin, tecavüzlerin, sapkınlıkların en çok yaşandığı yerlerin aslında doğal süreçlerin en çok baskı altında tutulmaya çalışıldığı, cemaatçilik ve toplumsal kültürün en yoğun görüldüğü muhafazakar yerler olması bir tesadüf değildir. Sınıf mücadelesi ile ilgili yazımda anlatırken belirttiğim gibi, doğal süreçler asla yok edilemez sadece baskılanabilinir ama bu onun daha değişik ve vahim bir şekilde geri gelmesini engelleyemez. Bu sadece bir boyutu, bunun ekonomi ve siyasi boyutu da anlatılacak ama şimdi değil.

Sonuçta, asosyal insanımızın ailesi haklı olarak çocuğunun toplumsal süreçlere uyum sağlayabilmesi için çaba gösterecek ve ona şu yalanı söyleyecektir. ''Bilgisayarının başından kalk ve biraz toplum içerisine gir, çünkü insan toplumsal bir varlıktır''.

Bu ön girişi yaptıktan sonra, bir sonraki yazımda artık hukuk, ahlak ve doğa olmak üzere üç temel yasa incelenmeye başlanacak ve bu konunun ekonomik ve siyasi açıları sorgulanacak.

1 Haziran 2016 Çarşamba

Dünya'da Neo-Liberalizmin Yükselişi ve Yoksul Halk Kitlelerinin Kurtuluşu Üzerine


İnsan kendi belirlenmiş varoluşunu bir imge olarak ele alırsa, gerçekliğe ulaşma çabası içerisinde olan her davranış simgesel bir alan üzerinde hareket etme sonucu ortaya çıkan bir deneyim olur. O zaman, gerçeklik üzerinden yapılan her türden çözümlemenin, simgesel her türlü tasarımdan bağımsızlaşması gerekir. Zaten, mutlak olan gerçeklik dille veya onun herhangi bir türeviyle ifade edilip tanımlanamaz bir alanı işaret eder, ancak kendisi üzerine düşünsel bir karşıtlık kurabilme imkanı hep vardır. Bu karşıtlık; diyalektik düşünme yönteminin kendisidir ve tanımlanamaz bir gerçekliği ifade etse de, onun üzerinden yapılan her türden sorgunun kendisinin bir cevabı, onu engelleyen şeyin onu gösteren şeye dönüşüm süreci olma özelliğini verir.

İnsanların, bağımsız dış dünya ile kurduğu kendi bağımlı kategorik eşleştirmeleri hep bir gösteren - gösterilen çatışması içerisinde varlığını sürdürür. Ancak, bu iki zıtlığın birbirlerini işlevsizleştirme özelliği vardır. Burada gözden kaçırılan nokta, gerçekliğin kendisi değil bu gerçekliği bir araya getiren yanılsamalardır. Buradan bir örnekle işe başlarsak; artık günümüzde Neo-Liberal politikaların hüküm sürdüğü adaletsiz bir toplum yapısı ile bunun dışında şekillenmiş (gerçekliğin bağımsızlık özelliği vardır) aslında bir çarpıtmadan ibaret olan milliyetçi, dini, mezhepçi, batıcı, modern vb. motiflerle bezenmiş ideal bir dünya tasarımından ortaya çıkan sonsuz bir çelişkinin (karşıtlığın) varlığı, aslında fark edilebilir düzeyde, hatta bilinen düzeyde olmasına rağmen; bu antagonizmanın değerlendirilememesinin sebebi, bu faaliyetlerin aslında kendisinin, girdiği gerçeklikle ilişkilerinin hayali bir fantazi olduğudur. Kendisinin kurtuluşunu ya da adaleti siyasal ideolojilerde arayan halk kitleleri; her bir şaşalı değişim rüzgarında, kendilerinin yaşam koşullarında hiçbir farklılığının olmadığını görürler, kendilerinin her geçen gün daha da yoksullaştığını sezerler, ancak bunu gerçeklik üzerinden kurulacak bir karşıtlık yerine ideolojik fantazileri üzerinden açıklama yoluna giderler. Oysa gerçek olan her zaman oradadır, varlığını bağımsız olarak sürdürmeye kendisini en sert biçimde hatırlatmaya devam eder.


Daha önce burada, toplum üzerinde mutlaklığı kesin olan çelişkinin - kendisinin mutlak tanımı değil, çünkü başta belirtildiği gibi gerçeklik üzerinden sadece bir karşıtlık kurulabilir - kapitalist sistemin kendi tekelci sermaye birikimini sağlamaya yönelik; merkezi devlete dayalı hukuksal, siyasal, ideolojik örgütlenmesindeki adaletsiz dağıtım ve emek sömürüsüne dayalı ekonomik ilişkilerde yattığı ve bu çelişkinin kendisinin kendi koşullarında doğal bir gelişim süreci olduğu ve bunun sürekli çeşitli ideolojik araçlarla baskılanmaya çalışıldığı, ancak bunun bastırılmaya çalışılsa dahi varlığını mutlak olarak sürdüreceği, bunun için bu baskı stratejisinin sürekli devam etmesi gerektiği ve giderek artacağı belirtilmişti. Ve yine burada Dünya üzerinde; başta ABD ve Batı sermayesine dayalı üretim ilişkilerinin yoğun olduğu küresel kapitalist devletler ile, onların karşısında bir pazar ve ucuz emek gücü ihtiyacının karşılandığı Türkiye'nin de içinde bulunduğu gelişmekte olan dünya ülkelerine dayalı, Castellsçi dille ifade edilirse merkez - çevre ülkeler ayrımı yapılmış ve merkez ülkelerin mutlak olarak çevre ülkelerde ideolojik bir kontrol isteyeceği, bunun kendi tekelci adaletsiz üretim süreçleriyle ortaya çıkan güvenlik ihtiyacından kaynaklandığı, ve bu yüzden kendilerinin asla çevre ülkelerde özgürlükçü akımları istemeyecekleri ve daha da ileri giderek oradaki etnik, dini, mezhepsel ve milliyetçi ideolojileri körükleyeceği, çünkü burada yaratılacak suni çatışmanın kendi güvenlik ihtiyaçlarıyla ilgili olduğu, bunun kaynağının bu ikili toplumsal çelişkide yattığı, kendilerinin son yıllarda en çok kurumsallaştırılan, işlev gören araçlarından birisininin de terör olgusu olduğu açıklanmıştı. Bunun hepsinin, gerçeklik üzerindeki en temel karşıtlık olan, sınıf mücadelesi alanının baskılanması amacıyla yapıldığı da eklenmişti.

Birincisi, 1970'lerde Keynesçi refah devlet anlayışının çökmesiyle başlayan, Berlin Duvarının yıkılmasıyla ve SSCB'nin dağılmasıyla hızlanan Neo-Liberalizmin yükselişi ve yeni dünya düzeni süreci son 30 yılda, Dünya üzerinde hiçbir anda hiçbir zamanda olmadığı kadar toplumsal adaletsizlik, servet dağılımında sonsuz bir eşitsizlik getirdi. Dünya'da 85 zengin, toplamda 3.5 milyar insanın toplam zenginliğine sahip konumda. Asya ve Afrika bölgeleri yoksullukta başı çekmekte ve Dünya'da her yıl 20 milyon çocuk açlık nedeniyle ölmektedir. Dünya üzerinde yaklaşık olarak 600 milyon obez ve 1.4 milyar aç insan yaşamaktadır. Türkiye üzerinden bakarsak; OECD'nin verileriyle gelir eşitsizliğinde Türkiye raporda, Meksika'nın ardından en kötü puanla ikinci orana sahip olduğu  görülmektedir.


İkincisi; kapitalist sermaye ekonomisi ve araçları küreselleşme düzeyinde yayılmasına rağmen, merkezi devletlere ihtiyacı giderek daha da artmaktadır. Kapitalist sermaye tekelleri, kendi birikimlerini sağlamak ve kâr maksimizasyonunu arttırmak için merkez düzeyde yayılıp, daha da aşırı şekilde çevre düzeyinde ideolojik kontrol sağlamak için merkezi devletlere gereksinim duyacaklardır. Çünkü, esnek üretim süreçlerinde çalışanların başta olmak üzere iş yapısının, bu düzene uyum sağlayabilmeleri ve yeniden üretimleri için mutlak bir yasal otorite gerekecektir. Ancak bu merkezileşme yapısı, sosyal devlet anlayışı ile kesinlikle karıştırılmamalıdır. Bu merkezileşme düzeni, liberal ekonomiyle mükemmel bir uyum içerisine girer, bu devletin örgütlenme biçimi bir zorunluluk olarak devletin sosyal alanda küçülmesini gerektirir. Ancak, ideolojik bir merkezi katılık ve denetim devam edecektir ve etmek zorundadır. Kapitalizmin bu esnek üretim anlayışı, emeğin de esnekleşmesini beraberinde getirmekte ve bu durum çalışanların çalışma zamanları ve vasıfları konusunda kontrollerini yitirmelerine neden olmaktadır. Yeni kapitalizmin örgütlediği üretim ve çalışma koşulları, çok uluslu şirketler ve bu şirketler etrafında örgütlenen taşeron firmalar ile istihdam olanakları sunmakta, çalışanlar her geçen gün daha da güvencesizleşmekte, sosyal yardım ve güvenlik ağları olabildiğince yok edilmektedir. Kapitalist üretim sürecinin isteyeceği merkezi denetim ve örgütsel kontrol için, Türkiye gibi Neo-Liberalizmin yükseldiği II. Dünya Ülkelerinde görüldüğü şekliyle, çalışanlardan her türlü sosyal hak ve güvenceler geri alınırken, burjuva sınıfına yasalar yoluyla sonsuz ayrıcalık ve muafiyetlerin verilip bunun merkezi bir düzenle kurumsallaştırılması en iyi örnektir.

Ancak burada tümden atlanılan bir durum söz konusu, buradaki merkez - çevre ülkeler arasındaki bağımlılık ilişkisi her zaman çevre ülkelerin lehine olmak zorundadır. İşte tam buradan itibaren tüm yoksulların kurtuluşunun koşullarının cevapları belirmeye başlar. Daha önce belirtildiği şekliyle, kapitalist sistemin bu tekelci ve sömürücü anlayışlarının devam edebilmesi için her zaman zayıf pazarlar, küresel ucuz emek gücü gerekecektir. Buradaki bağımlılık kapitalizmin bağımlılığıdır. Kapitalist sistem, aslında bir kriz yönetim sistemidir. Bunun için artık, sınıf mücadelesi alanının çevre ülkelere topyekün kaydarılması gerekmektedir. Bu bir evrensel düzeyde gelişen bir mücadele artık değildir. Yoksul halk kitlelerinin kendilerine ait olanı, yine kendilerinin alması zorunluluktur. Batı'nın kapitalist gelişim kültürü, kendi içerisinde bir orta - sınıfı oluşturmuş ve bu durum bu sınıfın, bu düzene umursamazca doğal bir yabancılaşmasını da beraberinde getirmiştir. Bu mücadele artık batının yozlaşmış orta sınıfı da dahil olmak üzere, onlara karşı tümden işletilmelidir. Burada yazılmaya bile değer görülmeyen, isminin telaffuzuna dahi gerek görülmeyen Batı kapitalizminin bütün yalanları içerisinde yaptığı eşitlik, Dünya'da açlığın önlenmesi temalı gösteri niteliğinde olan kongreleri, bildirgeleri kendi hallerine bırakılıp, Dünya'nın tüm yoksullarının, artık bilinçli bir şekilde uygulamaya geçmesi gerekmektedir. Sınıf mücadelesinin alanı başta Türkiye olmak üzere; Asya'nın büyük bir bölümü, Orta - Doğu, Güney Amerika ve Afrika ülkelerine kaydırılmalı, başta Batı kapitalizminin maşası olmuş hükümetler tasfiye edilmeli, bunun getirdiği en başta kültürü olmak üzere her türlü Batı'nın yozlaşmış bir yalandan ibaret olan özgürlükçü, eşitlikçi kurumları red edilmelidir. Dünya'nın bütün yoksul ve giderek daha da yoksullaşan insanları var olan düzenin alternatifsiz olduğu ile ilgili mitsel inançlarından vazgeçmeli, kendilerinin kurtuluşunun yine kendilerinin elinde olduğunu bilmelidir. Batı liberalizminin vaad ettiği özgürlüğün, gerçek özgürlük olmayacağı en başta çalışanların, liberallerin ifade ettiği şekliyle sözde emeğini özgürce satarak, özgürlüğünü kaybettiğini köleleştiğini anlamalıdır. Tüm bunların ışığında; nerde yoksul bir halk var ise ki her yerdedirler ve ezici bir çoğunlukturlar, alternatifsiz ve radikal olarak ve yine onların kurtuluşu için, gerekli aşamalar burada maddelerle açıklandı. Bu maddelerin hepsinin kurtuluş için bir zorunluluk olduğu bilinmelidir.

1--Batının her türlü kültürü, demokrasisi, hukuksal yapıları, sözde özgürlükçü kurumları; modernizmin kendi kapitalist gelişim süreciyle oluştuğu bilinmeli ve bunların hepsi tümden red edilmeli,
 
2--Sınıf mücadelesi alanı, gelişmekte olan ülkelere kaydırılmalı ve bu mücadelenin Batı'nın orta sınıfı da dahil her türlü araçlarına karşı yürütülmesi gerektiği artık anlaşılmalı,

3--Gelişmekte olan ülkelerde, Batı kapitalizminin hem oyuncağı hem destekçisi hem de otlakçısı olan hükümetler tasviye edilip, bu ülkeler sosyalist ekonomi modellerine geçmeli, 

4--Üretim araçlarının mülkiyeti, yerel küçük burjuvazilerden alınıp işçilere ve çalışanlara devredilmeli,

5--Gelişmekte olan ülkelerin halklarının tümü, tabandan tavana örgütlendiği; ancak küresel düzeyde  ekonomik işbirliğine dayalı tek bir komite çatısı altında birleşmeli,

6--Her türden medya, basın yayın ve propaganda araçları ve eğitim kurumları batı burjuva ve yerel burjuva tekellerinden alınmalı, özerk oluşturulacak ama yöneticilerinin halk tarafından lağvedilebileceği kurumsal yapılara devredilmeli,

7--Son aşamada; Batı Kapitalist devletlerine küresel ölçekte ekonomik ambargo uygulanmalı, - bunun sonucunda Batı kapitalizmi, burada daha önce sıkça anlatılan sebeplerden ötürü derin bir ekonomik krize girecektir ve orta sınıfları yine kendilerinin burjuva sınıflarına saldıracaktır,

8--En sonunda; Batı'nın da dahil olduğu marksist gelişim modeline uygun, yeni bir ekonomik örgütlenme biçimi ve sınıfsız toplum yapısına geçiş.

REFERANS

Stiglitz, Joseph E., Eşitsizliğin Bedeli, çev. Ozan İşler, İstanbul, İletişim Yayınları, 2014
 
W/BBC, OECD: ' Türkiye gelir eşitsizliğinde ikinci ', http://www.bbc.com/turkce/ekonomi/2014/12/141209_oecd_gelir_esitsisligi, (01.06.2016)

22 Mayıs 2016 Pazar

Dünya'da Özyönetim Denemeleri: Paris Komünü


XVIII. yy'dan itibaren, bir tüccar sınıfının yükselişi ile başlayan, endüstriyel devrim ve gelişim ile hızlanan, günümüzde teknoloji ve iletişim araçlarının gelişip, zaman ve uzam kavramlarının yok olmaya başlamasıyla  da küresel boyutlara varan, Batı yayılmacı kapitalizmi ve onun sermaye araçları; kendi içerisindeki bu dönüşümlerde, kendi sermaye birikimini tekelleştirmek ve arttırmak için, sadece kolonyalist sömürgeci hareketler ile gelişmekte olan II. ve III. Dünya ülkelerinde değil, kendi toplumları içerisinde de derin bir toplumsal eşitsizlik ve tabakalaşma yaratmıştı. Bunun sonucu olarak; başta, sosyalist hareketler batı içerisinde yükseldi, proleter mücadele kendi gerçek saflarına tam da burada yöneldi. İşte, toplumun kendi iç dinamiği içerisinden doğan, oluşumu, uygulamaları, yeri ile de Batı kapitalizmi ve bunun içerisindeki tüm sistemin araçlarına korku salan, ancak katliamlar ve saldırılarla bastırılabilinen Paris Komünü tüm özellikleriyle, bilinip anlaşılabilmesi gerekmektedir. Çünkü, Paris Komünü etki süreçleriyle, sadece kendi bölgesiyle sınırlanmamış, küresel etkiler göstermiştir. Batı'nın kapitalist sermaye araçlarının algılama özelliklerini değiştirmiş, sermaye sınıfının yaşadığı bu korku ve dehşet, kendilerinin sahip olduğu bir kısım ayrıcalıklarından vazgeçmesine neden olmuş, bu süreç sonunda Dünya üzerinde, bir çok ülkede yükselen sosyalizm korkusuyla ve bunu engellemek için, demokratik kurumlar geliştirilmiş, oy hakkı genelleştirilmiş, ayrıca yükselen sosyalizm işçilere bir çok çalışma ve sosyal hak kazandırmıştır. Ancak, tüm bunların kanlı savaş ve mücadeleler ile kazanıldığı hiçbir zaman unutulmamalıdır.

Paris Komünü kısa sürmüş, yapısı bakımından sınırlı bir alanda gerçekleşmiştir (etkileri küresel), ama Avrupa'nın tam ortasında Fransa'nın başkenti Paris'te gerçekleşmiştir. Kendi içerisinde sınırlıdır, ama parçasal değil örgütseldir. Ani gelişen, olağanüstü koşullar ile oluşmuş, belirli bir düşünce pratiğine karşı olumsuz bir negatiflik bağlamında tepkisellik göstermemiş ve bu yüzden yalnızca koşulların bir ürünü olarak kalmamış, var olan düzenle gerçekten bir karşıtlık taşımasına rağmen, bütünsel bir kurucu özellik göstermiştir.


Komünün Oluşumu, Gelişimi ve Yapısı;


1870 Fransa - Almanya savaşında Fransa yenilir. III. Napolyon Almanlara teslim olur. Bunun sonucunda Paris halkı ayaklanır. Ancak, kurulan ulusal hükümet de Almanlara karşı başarısız olur. Ağırlaşan yaşam koşulları işçi ve zanaatkârları olumsuz bir biçimde etkiler. Fransa Hükümeti belediye seçimlerini erteler, bu durum halkı daha da huzursuzlaştırır ve öfkelendirir. Ulusal Muhafız Taburları ve Halk komiteleri kurulur. Bunlar, doğrudan halk tarafından kurulmuştur, üyeleri işçi ve zanaatkârlardan oluşmaktadır. Komiteler ile merkezi hükümet arasında karşıtlık giderek yoğunlaşır. Komiteler, Ulusal Muhafız Merkez Komitesi adı altında birleşir. Merkez komitesi, Almanlara karşı savunma amacı ile işgal edilecek yerlerdeki topların işçi mahallelerine taşınmasını ister. Merkezi hükümet buna karşı çıkar. Hükümet birlikleri toplara el koymak üzere harekete geçer, oysaki bu toplar Paris halkının bağışları ile döktürülmüştür. Hükümetin toplara el koymak istemesi ile halk ayaklanır, hükümet birliklerindeki bazı askerler saf değiştirerek komiteye katılır. Ulusal Muhafızların harekete geçmesi ile hükümet Versailles'a kaçar. Böylece 72 gün sürecek, Batı burjuva sınıfını tir tir titretecek, halkın toplumsal bir bütünlük ile birleşip her türlü zor durumdan, kendi içerisindeki her türlü farklılıktan bağımsız olarak, organik bir gelişim süreciyle neler yapabileceğini gösterecek, Paris Komünü kurulmuş olur. Bundan büyük bir rahatsızlık duyan Batı'nın burjuva sınıfının, merkezi hükümet ve Almanya hükümeti aracılığıyla yaptığı saldırılarla 20 bin kişinin katledildiği komün sonunda kanlı bir şekilde bastırılır.

Paris Komünü'nün  işleyişi ile ilgili söylenebilinecek en önemli özelliği, onun siyasi bir restorasyon amacı ile kurulmayıp bir hükümetin yerine, yeni bir hükümet olma amacı taşımamasıdır. Bunun sonucu olarak, kurulur kurulmaz önce basın özgürlüğü ve siyasi af ilan edilir, sıkıyönetim ve harp divanları kaldırılır. 85 üyeli komün meclisi kurulur. 30'dan fazla işçi olan bu mecliste ayrıca Proudhoncular ve Marksistler de çoğunluğu alacak şekilde yer bulurlar.


Öncelikle, komün için en önemli ölçüt organik bütünlüğe sahip toplumsal üretim ve yeniden üretim aşamalarıdır. Bu komünün, insan yaşamının yeniden üretimi olanağını temel prensip alması ve bu olanaklar gözetilerek özgürleşme yoluna gitmesidir. Örnek olarak komün, aileye baştan belirlenmiş bir üretim karşıtlığı tanımaz, yani üretim birimini sığ maddesel, yasal bir belirlenmişlik tanımı içerisinde oluşturmaz. Bunun sonucu olarak komün, tüm dul ve yetimlere meşru olan - olmayan farkı gözetmeksizin aylık bağlar ve evlilik dışı doğan tüm çocuklar komünün manevi evlatları kabul edilir.

İkinci olarak komün, özel mülkiyet üzerinde kaldırılması veya aynı şekilde devam etmesi yönünde bir düzenleme yapmaz. Ele aldığı tek ölçüt, insanın varoluş ve üretim aşamalarında ortaya çıkan baskı, sömürü ve tekelci anlayışların ortadan kaldırılması ve insani yaşam koşullarının sürdürülmesidir. Kira ödemeleri ertelenir, sokağa atılmış kiracılar isterlerse 3 ay süreyle eski yerlerine yerleşebilecektir. Komün, sahipleri tarafından terk edilmiş üretim birimleri (atölye,fabrikalar) açısından da benzer bir tutuma sahiptir. Burada söz konusu olan, basit bir içerik değişimi değil, mülkiyetin insanların yaşamına hipotek koyan bir kavram olmaktan çıkarılmasıdır. Fabrika ve atölyeler sahiplerinden alınıp devlet gibi soyut bir birime devredilmez. Bu işletmeler, içlerinde çalışan işçilere devredilir. Ancak, eski mülk sahiplerine bunların bedeli ödenecektir. İşçiler artık, kendi şeflerini kendisi seçecek, isterlerse onları görevden alabilecektir. Ayrıca, çalışma düzenlerini ve saatlerini de yine kendileri belirleyecektir. Komün ne bir sınıfı kutsamakta, ne de diğerini lanetlemektedir. Üretim araçlarının sahipleri konumunda bulunanlar cezalandırılmaz ancak, komün eski patronlara bir asker kaçağı gözüyle bakmaktadır. Çünkü, savaş koşullarında yerlerini terk etmişler ve halkın ihtiyaçlarının karşılanmasına ket vurmuşlardır. Üretim araçlarının mülkiyeti onlardan geri alınıp, işçilere devredilecek ama onlara mülklerinin bedeli ve tazminatları ödenecektir.

Komün, kullanım değeri - değişim değeri (para) açısından önemli bazı uygulamalarda bulunur. Örneğin, rehin bırakılmış bir eşya, öncelikli ihtiyaç niteliğindeyse hiçbir bedel ödenmeksizin sahiplerine geri verilir. Giysi, çamaşır, kitap, yatak örtüsü vb. eşyalar sahiplerine teslim edilir. Eğer eşya, insanı mevcut yaşam olanaklarından mahrum bırakacak nitelikteyse, kullanım değeri karşısında değişim değeri yok sayılır. Ancak, diğer nitelikteki eşyalar geri verilmez, durumları korunur. Ayrıca komün, ulusal eğitimi kilisenin tekelinden çıkarır, ancak yine bu işi kendi tekeline almaya girişmez. Eğitim kurumları, ilçe belediyelerinin sorumluluğuna verilir. Yine sanat kurumlarını, tiyatroları tekelleştirmez. Komün, imparatorluk bürokrasisini tasviye ederken, hiçbir zaman kendi bürokrasisini kurmak istemez. Seçmenler, seçtikleri kişileri her an görevden alma yetkisine sahiptirler. Bu görevlilerin maaşları, işçi maaşlarıyla eşitlenir. Burada yapılan, somut toplumsal varlık - siyasi birim farkının ortadan kaldırılmasıdır. Siyasetin ve ekonominin, toplumsal alan içerisinde eritilmesidir.

En başta ifade edildiği gibi Paris Komünü, sınırlı bir alanda, sınırlı bir sürede gerçekleşmiş olsa dahi, Batı kapitalizminin denetimlerine, her türlü araç ve propagandalarına, merkezi devletlerin unsurlarına karşı mücadele etmiş olup, toplum içerisinde her türlü farklılığın ne baştan homojen olarak kabul edildiği, ne sonradan uygulama ve faaliyetler ile genelleştirilip derinleştirildiği; sadece aynı amaç doğrultusunda, aynı yönde hareket etme gayesi çerçevesinde, dışardan dayatılmayan organik bir bütünlük süreciyle; düşünsel, niteliksel, statüsel kimlik ve farklılıkların eritilip, siyasalın toplumsal alan içerisinde emildiği yegane bir deneyimdir.

O zaman şimdi, tüm bunlardan başını kaldırıp etrafına bakan ve Türkiye manzarasını gören yazarın şu rahatsız edici soruları sorması gerekecektir. Türkiye'nin Doğusunda yaşanan, toplumsal eşitsizlik ve tutarsızlık ile beliren ve kendisini gösteren 'özyönetim' kelimesinin telaffuzu dahi, acaba Türkiye'deki Batı kapitalist sermayesinin taşıyıcısı konumunda bulunan, onların yerel bir burjuva sınıfı ile, tabiki onların bir hizmetkarı olucak merkezi devlet ve araçlarının karşılıklı bağımlılık ve uyum içerisinde yine onları rahatsız etmesinin, Türkiye'nin Doğusunun kan gölüne çevrilmesinin, yerel halkın sürgüne zorlanmasının acaba, Paris Komünü'ne yapılan saldırılar ve katliamlar ile düşünsel bir bağlantısı var mıdır? Acaba Paris Komünü'ne yapılan içten ve dıştan kara propagandalarının, bu günlerde kapitalist burjuvazinin tekelinde olan medyanın (zaten hep öyleydi ve öyle olmak zorunda) bu yaşanan katliamlar, sürgünler karşısında suspus olmasının bir bağlantısı var mıdır? Daha da genel soralım o zaman; tüm bu Paris Komünü aracılığıyla anlatılanların; acaba küresel kapitalizmin doruk noktalarına çıktığı, toplumsal gelir dağılımının yerle bir olduğu, halkın bankalar karşısında soyulup borçlandırıldığı, sözde halkın milletvekilleri tarafından her zaman olduğu gibi bunun güzel bir şekilde yasama yoluyla yürütüldüğü, çalışanların esnek üretim adı altında asgari ücretle taşeronlaştırılıp vardiyalı olarak sömürüldüğü, sermayedarlara her türlü yasal hak ve muafiyet tanınırken çalışanların her türlü sosyal hak ve güvencelerinin teker teker geri alındığı, basın yayının her alanda üç maymunu oynadığı, günlük bile yazamayacak kapasitede ve üsluba sahip sözde yazar görünümlü otlakçıların istihdam edildiği ve üstelik halkın etnik, mezhepsel, düşünsel farklılıkları üzerinden nefret duygularının körüklenmeye çalışıldığı bu süreçte, acaba yine bu medya kurumlarında sözde yapılan tartışmalarda birisinin ağzından 'sosyo' kelimesini kaçırmasıyla dahi, orada bulunan herkesin yüzlerinin düşmesinin, dehşete kapılmasının bir bağlantısı var mıdır? Bu sorular nasıl olsa bir şekilde yanıtlanır ama bilinmelidir ki gerçeklerin rahatsızlık verici bir özelliği vardır. Çünkü; gerçek olanın sınıf mücadelesi olduğu ortadadır.

REFERANS

Cangızbay, Kadir, Sosyalizm ve Özyönetim - Reel Sosyalizmden Sosyalist Realiteye, Ütopya Yayınları, Ankara, 2003

 


 

10 Mayıs 2016 Salı

Türkiye'de Muhafazakâr Din İdeolojisinin Yükselişi ve Sınıf Mücadelesi Üzerine


Türkiye'de son yıllarda daha belirgin bir şekilde gördüğümüz, özellikle alevlenen dine dayalı bir ideoloji politikası ile kısaca özetlenebilecek Yeni Türkiye anlayışının; tarihsel oluşum süreçleri, Dünya üzerinde giderek artan şekilde gelişen Neo-Liberal anlayış ve onun siyasi politika süreçleriyle ilişkisini, bunun uzantısı olan emperyal bir küresel kapitalist ekonomi ile oluşan sömürü düzeniyle girdiği karşılıklı uyumun koşulları ve bunların tümünün genel olarak aslında ne anlama geldiği burada açıklanacak, ama bunun için birbiriyle bağlantılı iki temel tez ortaya atılmalı ki, gerçeğin tüm çıplaklığının görülmesini engelleyen her türlü bulanık görüntü, onun fark edilmesini zorlaştıran tüm şatafatlı parlak manzaraların insanın gözünü kamaştıran yansımaları ortadan kaldırılsın.

En temel olarak birincisi, küresel kapitalist sistem; özel mülkiyete dayalı sermayesinin, mülksüz ücretli emeğin üretimini kendi lehine dönüştürüp (sömürüp), onun artı değerine (üretici güçlerin üretimde doğal olarak ortaya çıkan, emeğin beklenenden daha fazla üretimi) el koyarken koşulsuz ve ilk olarak, kendi yayılmacı düzeninin ve sermayesinin dolaşımına dayalı sisteminin güvenliğini sağlamak isteyecektir. Bu sürecin; en zararsız ve esnek gibi görünen eğitim, basın-yayın, medya, dini kurumlar vb. alanlarda işlenen sınıf egemenliğine dayalı sisteme saygı, itaat ve liberal-muhafazakar din ideolojisine dayalı çelişkili bir ahlakçılık olabileceği gibi, devletin bizzat kendi aygıtlarında yürütülen baskı, ihtar, sansürden; en sert ceza ve yaptırım gibi uygulamalara kadar devam ettiği daha önce burada detaylıca açıklanmıştı. Bunun daha iyi anlaşılabilmesi için bu temel tezin; küresel kapitalist sermayenin nüfuzunun, yayılma süreçlerinin, bağımlılık kuramlarıyla birlikte açıklanması gerekiyor.

Öncelikle; Dünya üzerinde, ekonomi temelinde belirlenmiş, iki bölgeli bir ayrım yapılabilir. Bunlar; başta ABD ve Avrupa'nın batısında yer alan, kapitalizmin meta üretiminin geliştiği ve yaygınlaştığı Batı küresel kapitalist devletleri ile Türkiye başta olmak üzere Orta Doğu, Güney Amerika ve Orta Asya ile Asya'nın doğusunda yer alan, kapitalist sermaye için pazar konumunda bulunan gelişmekte olan ülkelerdir. Batının küresel kapitalist devletleri, her zaman kendi ürünlerini rahat pazarlayabileceği liberal ekonomi ile düzenlenmiş zayıf bir pazar ihtiyacı duyacaklardır. Sanayileşmiş kapitalist ülkelere bir çok hammadde gönderen ve onların kendi ürünlerinin rahatça pazarlandığı, kendi üretici emeğinin bu gelişmiş kapitalist ülkeler tarafından serbestçe dönüştürülüp sömürüldüğü, onlara büyük bir yatırım ve kâr alanlarının sağlandığı Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler onlar için vazgeçilmez bir hinterland dayanağı olmaktadır. Marksist kuramcılardan olan Rosa Luxemburg, kapitalizmin kaçınılmaz olarak gereğinden fazla meta üretimi yaptığını, bunların kendi iç pazarlarında tüketilmesinin mümkün olmayacağını belirtmiş, bunun için gelişmiş kapitalist ülkelerin her zaman zayıf pazarlara ihtiyacı olduğunu söylemiştir. Bunun en önemli sonucu ise küresel bir süreç içerisinde, kapitalizmin bu uluslararası yayılımı ve sömürü düzeni en öncelikli temel bir ihtiyaç hissedecektir. Bu da, yukarıda bahsedilen yöntemler ile ideolojik olarak sağlanan, salt bir güvenlik ihtiyacından başka bir şey değildir.


Rosa Luxemburg

İkinci temel tezim; aydınlanma ile beraber gelen modernitenin batı dünyasındaki kazanımları, ki bu göreceli olarak değerlendirilebilinecek insan hakları ve özgürlükler ile ilgilidir, burjuva sınıfının feodal düzene karşı mücadelesinin sonucunda oluşmuş olsa da, kapitalist sistemin sömürü düzeninin, batının bu özgürlükçü kurumları ile beraber gelmesi, gelişmekte olan toplumlarda inanılmaz bir çelişkiyi de beraberinde getirmektedir. Bu çelişki, kapitalist üretim ilişkilerinin, gelişmekte olan ülkelerin toplumlarında yarattığı çarpık düzeninin, bu özgürlükçü ortam ile karşılıklı doğal bir uyumsuzluğunun sonucudur. Bunun sonucu olarak, kapitalist sömürü düzeninin başa koşulduğu bu gelişmekte olan toplumlarda, toplumsal sosyalist hareketlerinin yükseldiği, bizzat batının kapitalist ülkelerinde fark edilmiş, bunu baskılamak amacıyla yine bizzat o ülkeler tarafından; yeni düzenlemeler, finansal, kurumsal destekler ile gelişmekte olan toplumlarda milliyetçilik, liberalizm, din ideolojisi, baskı rejimleri, nefrete dayalı politik düzenin yükseltildiği görülmektedir.


Mutlak bir şekilde, kendi sermaye dolaşımında ideolojik bir güvenlik isteyen batının gelişmiş kapitalist ülkelerinin, nüfuz edeceği başta Türkiye olmak üzere gelişmekte olan toplumların özgürlükçü, insan haklarına önem veren anlayışlarının, kurumlarının artmasını destekleyeceğini, isteyeceğini düşünmenin yanılgılarla dolu iyimser bir şaşkınlık olduğu ortadadır. Bunun tarihsel olarak bakıldığında en tipik örneği, Türkiye'dir. Tanzimat dönemiyle başlayan, batının kurumlarının, kültürünün, anlayışlarının gelme süreci ve Cumhuriyet dönemiyle hızlanan bu batıcılık hareketinin göreceli bir özgürlük anlayışının doğurduğu sonuç, kaçınılmaz olarak 1960-1980 arası kitlesel sosyalist halk hareketleri ile batının sömürü düzeninin tehdit edilmesiydi. Çünkü bu özgürlükçü kurumlar ithal edilirken, kapitalizmin emeği sömüren üretim ilişkileri de aynı şekilde siyasi olarak politikalaştırılıyordu. Bu iki uygulamanın birbirleriyle kaçınılmaz olarak çelişkiye düştüğü ve bu çelişkinin baskılanmasının ise sadece milliyetçi, liberal bir din ideolojisi ile nefrete bağlı toplumsal gerilimlere dayalı bir politik süreçle sağlanabileceği ortadaydı.


Bunun yine en tipik örneği ve haklılığının gösterimi; AKP iktidarı ile hızlandırılan muhafazakar bir din ideolojisi kisvesi altında uygulanan, dayatılan sansür ve baskının yoğun görüldüğü ama batının Neo-Liberal kapitalist ekonomiye dayalı sömürü düzeninin araçlarının ise sınırsız bir şekilde uygulanıp yaygınlaştırılmasının devam ettiği politika yapım süreçlerinden bu günlerde anlaşılabiliniyor. Bunun ise, bir proje olarak başta ABD olmak üzere Batı ülkeleri tarafından sunulduğu kolayca fark edilebiliniyor. 1970'lerden itibaren dünyada uygulanan Neo-Liberal politikaların, diğer gelişmekte olan ülkelerde olduğu gibi, Türkiye üzerinde de gelir dağılımındaki eşitsizlikleri körüklediği, işçilerin sosyalizm ile beraber kazandığı hakların geri alındığı, taşeronlaşma ve kıdem tazminatlarını tartışmaya açtığı görülmektedir. Toplum üzerindeki bu çelişkili, sömürüye dayalı düzenin görülmesinin engellenmesi için; toplumsal nefretin körüklendiği, sermayenin dolaşımının adaletsizliğinin terör adı altında baskılanmaya çalışıldığı, hatta bu nefretin kendi iktidar güçlerinin içinde dahi oluştuğu fark edilmektedir. Çünkü, bu çelişkili toplum düzeni her zaman bir çatışma ortamı isteyecektir. Diğer toplumsal guruplar, partiler, düşünce akımları tasviye edildiği zaman, zayıflayan nefretin bir şekilde yeniden körüklenmesi gerekecektir.

Ama unutulmamalıdır ki, kapitalist sömürü düzeninin oluşturduğu bu çelişkili toplum yapısının sınıflı sonucu baskılansa dahi yok edilemez. Çünkü bu, kapitalizmin doğal üretim süreçlerinin kaçınılmaz sonucudur. Bunun tek anlamı, sınıf mücadelesinin toplum içerisinde muhakkak varlığının devam edeceğidir. Çünkü tek gerçek sınıf mücadelesidir.