12 Mart 2020 Perşembe

Doğa Yasalarına Giriş ve Toplumsal Alanın Reddi Üzerine XVII


X

Şimdi ulaştığım sonuçlarla ilgili değerlendirmelerimizi yapıp, giriş bölümünü noktalama zamanı geldi. Bunları iki ayrı bölüme ayırıp yazacağım. İlkini burada, ikincisini bir sonraki yazımda paylaşacağım.

1. Ontolojik Değerlendirme

Yazılarımızda bahsettiğimiz tek asli gerçek olarak yokluğun anlaşılabilmesinin zor olduğunu düşündüğüm için; onun tam bir tanımını yapamasakta, onu burada şöyle tarif edebiliriz. Yokluk, varoluşta gerçekleşen her devinim ve değişimin; sonsuz alternatif durumlarının oluşturduğu, yine bu durumların yönü sonsuz olan pozitif ve negatif tüm boyutlarını da kapsayan sabit, değişimsiz ve devinimsiz bir mutlak bütünlüktür. Varoluş ise; burada yönü farklılaşabilen ve değişebilen belirli vektörel büyüklüklerdir veya metafiziksel söylemle parçalanmış istisnai gerçekliklerdir. Varoluş kendi kendisini kapsayamaz, kendi kendisini tanımlayamaz. Bir şey varoluyorsa o; kendi özünü tam bir özdeşlikle temsil edemediği için, devinim ve değişim halinde olduğu için, kendi kendisini kapsayamadığı için vardır. O halde varoluş, yokluktaki parçalanmış sonsuzluklardır; ancak yokluk içerisindeki sınırlı ve belirli bir yönü olan sonsuzluklardır. O halde varoluş, yokluk tarafından kapsanır ve varlık bir çok farklı boyut içerir. Ancak şunu da ekleyelim; varoluş sadece pozitif boyutu kapsar. Örneğin, belirli bir şekilde tanımlanmış bir obje varsa; onun mutlak yokluğunu içeren bir varoluş alanının bütünü imkansızdır.

Bu yazılarımda ulaştığım ve kanıtladığımı düşündüğüm en önemli sonuçlardan birisi şudur. Varoluşun bir ilk nedeni olamaz ve nedensellik ilkesi sonsuzdur. Nedeni olmayan bir neden, varlıkta çelişki anlamına gelir. Felsefi anlamda tüm varoluşun, devinimin ve kendi kendisinin nedeni olan bir Tanrı'nın veya yaratıcının varlığı imkansızdır. Çünkü zaten bir şey, kendi kendisini tam bir özdeşlikle temsil edemediği ve değiştiği için varolur. Ayrıca tek yönlü bir etki, varlık alanında mümkün değildir. Bunların daha özenli bir anlatımını bir önceki kısımda yapmıştık. O halde bizim için; varoluşun, hareketin, devinimin nedenine Tanrı'yı koyan tüm felsefi sistemler hatalı ve geçersizdir. Bu düşünüş sistemleri, bir tür akıl çarpıtmasını içerir. Felsefenin Tanrı kavramı aynı zamanda, kültürel toplum içerisinde insanların uydurduğu dini inanç sistemlerinin de referans noktası olduğu için; tüm mitsel ve dinsel inanç sistemleri de burada geçersizdir. Çünkü felsefi anlamda yani kısaca; değişmez, mutlak, ilk neden olma sıfatlarına sahip bir Tanrı'nın varoluşunun imkansızlığı gösterilince; tüm bu dinsel inanç sistemlerinin de dayandığı temel geçersiz olmaktadır. Bu nedenle, bunların ayrı bir şekilde ele alınıp çürütülmesine gerek yok. Nitekim neredeyse, tüm dinsel inançların Tanrısı antropomorfiktir. İnsanların Tanrı'yı kendi insani özelliklerine yakınlaştırma çabalarının; toplumsallaşmış insanların, toplumdaki başarılı olan insanları kendi kişisel özelliklerine veya o toplumun uydurma kültürel ahlakına yakınlaştırma çabalarına benzediğini belirtelim.

Kısaca felsefi anlamda bir Tanrı'nın varlığının imkansızlığı gösterilince; kutsal kitapların, kültürel ve toplumsal duygulanımlardan kaynaklanan antropomorfik uydurma Tanrısı da otomatik olarak geçersiz kalır. Felsefi bir anlamda ise; Tanrı'nın sıfatlarına yönelik her ifade, yokluğun tarifinden başka bir şey değildir. Yokluğu ise matematikte varolduğu varsayılan, ancak aslında varolmayan evrensel küme olarak ifade edebiliriz. Boş küme de, evrensel kümenin bir elemanıdır. Evet gerçekten de matematiğin işleyebilmesini sağlayan şey; yokluğun sonsuz potansiyelitesidir.

Artık buradaki asıl soru; varoluşun bu değişiminin ve deviniminin nasıl gerçekleştiğidir. Değişim derken metafiziksel bir etkiyi, devinim derken fiziksel bir etkiyi kastediyorum.

Tek yönlü bir etkinin imkansızlığı, değişimin zihinsel anlamda varolmaktan önce olduğu gösterilince; varoluşun devinim ve değişiminin ilksel veya sonsal bir nedeninin olamayacağı da gösterilmiş olur. Varoluşun değişim ve devinimi ezeli ve sonu gelmez bir ilerlemedir. İlerlemedir diyorum çünkü bu etki, belirli bir yönü ve ivmesi olan bir vektördür. Devinim ve değişimin yönü, varlıktan yokluğa doğrudur. Yokluğun ise kendisinde bir yön bulunmadığı için ve her şeyi kuşattığı için de; bu devinim ve değişimin sonu gelmez bir süreç olduğunu söyleyebiliyoruz. Bu nedenle ister metafiziksel bir anlamda olsun, isterse de fiziksel; varoluşta hiçbir sonsal nokta veya nihai bir erek yoktur. Bu nedenle, felsefedeki tüm erekselci düşünce sistemleri burada geçersizdir.

Her varlık dediğimiz şey aslında; özünde varolma derecesi içeren bir olasılıksal büyüklüktür. Bu varolma derecesi yani varlığın kendi özünü tam bir anlamda temsil edebilme derecesi veya varlığın kendi kendisiyle özdeşlenme derecesi; onun varoluş alanındaki olasılıksal değerini ifade eder. Bu derece varlığın kendisine değil, gerçekliğin kendisine aittir. Zaten bir şey bu dereceyi tam olarak sağlıyorsa; o şey artık varolamaz. O halde şunu burda tekrarlayalım; gerçekliği tam olarak kapsayan şey, yokluktur. Varlık dediğimiz şey ise, işte buradaki istisnai gerçekliklerdir. Yani belirli bir olasılık değeri taşıyan gerçekliklerdir. Bu değer yokluk için bir sabit iken; varoluş ise sadece bu değeri temsil edebilme derecesine sahiptir. Oysaki yoklukta böyle bir derece bulunamaz. Bu nedenle varolan bir şey; gerçeklik kategorisi içerisinden düşünülmeli, varlığın kendi kendisini kapsayan içeriğinden değil. Oysaki tüm felsefe tarihi varlığı, bu hatalı düşünüş yöntemi içerisinden yorumlar. Bu nedenle varlığı, varlık ile açıklamaya kalkar. Sonuçta da kaçınılmaz olarak, Tanrı kavramına mahkum olur.

Tüm değişim ve devinim ise, varoluşun bu varlık derecesindeki dalgalanmayla seyreder. Yani metafiziksel bir değişim de, fiziksel bir devinim de karşılığını; varoluş derecesindeki bu yöneliş ile bulur. Bu nedenle varolmak denen şey; metafiziksel ve fiziksel olarak özsel bir ayrım içeremez. Her metafiziksel bir değişimin fiziksel bir karşılığı, her fiziksel bir devinimin de metafiziksel bir karşılığı olmak zorundadır. Yani doğada her niceliğin nitel bir etkisi, her niteliğin de nicel bir etkisi vardır. Bu nedenle; nitel her bir değer, niceliksel olarak derecelendirilebiliniyor. Varlıktaki farklılaşmanın özsel bir değer taşımayacağını, ancak derece itibariyle olduğunu belirtmiştik.

Varoluşun her devinim ve değişiminde, yokluğa doğru yönelimin bir sonucu olarak; varlığın kendi özünü temsil edebilme derecesi dediğimiz özdeşlik değeri, sayısal olarak düşer. Özdeşlenme derecesinin düşmesi; varlığın kendi özünü daha yüksek bir seviyeden temsil edebilmesi anlamına gelir. İster fiili olarak gerçekleşsin, isterse de klasik anlamda mümkün varlık kategorisi içerisinde düşünülsün. Varlığın her gerçekliği bu türden bir derece içermektedir ve değişimin seyri, varoluşun her gerçeklik kategorisi için aynıdır. Mümkün varlık ya da potansiyel gerçekliğe bu nedenle; yani özdeşlenme derecesinin varlığa değil, gerçekliğin kendisine ait olması nedeniyle; fiili olarak maddi bir gerçekliğe kavuşmasa da veya hiçbir zaman kavuşamayacak olsa da zihinsel olarak bilinir ve varlıksal olarak derece atfedilebilinir. Varoluş alanının sınırı, insan varlığının sınırını elbette aşar ve onu kapsar. Bu nedenle varlık derecesi; insanın zihinsel ve duyusal dünyasından da bağımsızdır. Çünkü zaten insanın bu varoluş alanlarının da, kendine özel olasılık dereceleri vardır. O halde; gerçekliği her türlü insani kategoriye mahkum eden başta solipsist düşünce yönelimleri olmak üzere, bunun benzeri tüm felsefi düşünce sistemleri burada geçersizdir.

O halde varoluşun değişim ve devinimi bir bütün olarak ele alınırsa; bu özdeşlenme derecesinde azalan bir fonksiyondur. Varlık bu yönelişte değişim ve devinime hep ters bir etki ile karşılık verme eğilimindedir. Bu nedenle varoluş, değişime karşı bir direnç taşır. Doğadaki değişim ve devinimler iki türe indirgenebilinir. Bunlar; tersinir ve tersinmez süreçlerdir. Bu etki ve tepkisel mekanizma; doğanın gerçek devinimi olan tersinmez süreçler ile bunlara eklenti halinde işleyen tersinir süreçleri doğurur. Yani doğada gördüğümüz süreçler, bu mekanizmanın sonuçları olarak ortaya çıkıyor. Dairesel bir devinimle seyreden tersinir süreçler; kendi başına işleyemez, doğada tersinmez süreçler olmadan varolamazlar. Fiili olarak ise, hiçbir şekilde varolamazlar. Sadece zihinsel olarak düşünülüp, tasarlanabilinirler. Tersinmez değişimler, tersinir hale getirilemez. Çünkü bunun için harcanacak enerji yükü, yine tersinmez bir süreçtir. Bu nedenle doğanın her deviniminde, asla geri dönülemeyecek değişimler vardır. Varoluştaki her olasılık derecesi eşsiz ve tekrarlanamaz bir büyüklüktür. Bu nedenle; nedensellik ilkesi varlıkta zorunludur. Bu nedenle; varoluşta ne birbiriyle özdeş iki varlık, ne de birbiriyle özdeş iki an vardır. Ne de bir zaman kesiti, kendisiyle tümüyle özdeş olarak tekrarlanabilinir. Ancak bir zaman kesiti kendisiyle özdeş olarak tekrarlanamasa da, değiştirilebilinir mi?

Böylesine bir zaman kesitinin, başka bir zaman boyutunda yani kendisiyle özdeş olamayacak şekilde tekrar edilmesi; yani pasif bir izlemede fiziksel etkenler dışında, varoluşsal bir çelişki yoktur. Burada içsel bir değişimin de mümkün olmadığını söylemiştik. Yani örneğin; geçmiş bir zaman boyutuna gidip, onu içsel bir etki ile değiştirmek gibi. Peki ya dışsal bir değişim mümkün olabilir mi? Yani parçalanmış zaman anlarının gerçekliğinin tekrar parçalanarak; özsel olasılık derecelerinin, yönsel olarak saptırılması gibi. Varoluş sadece bizim gördüğümüz aktüel olarak işleyen zaman anlarından ibaret olup; farklı bir boyut içermeyen tek yönlü bir yönelim olsaydı, bunun da mümkün olamayacağını söyleyebilirdim. Ancak varoluş dediğimiz şey burada defalarca tekrarladığım gibi; mutlak gerçeklik dediğim yokluğun sonsuz potansiyelitesi olarak tasarlanabilinecek bir yatak üzerinde, yüzen gemilere benzetilebilinecek ve her yönün yokluk olduğu bir ilerleyişle seyreden, parçalanmış istisnalardır. Ve bu istisnaların hepsi de, bir varoluş veya olasılık derecesi ile devinirler. İşte bu olasılık derecelerinin parçalanabilmesi, böylesine bir dışsal etkiyi mümkün kılabilmektedir. Çünkü varlığın her devinimi demek, bu özsel olasılık derecesinin parçalanması demektir. Her devinimde potansiyel, sonsuz ancak sınırlı varlık olanakları ortaya çıkar ki; bu sınırlı sonsuzluklar da zaten, sınırsız sonsuzluk olan yokluk tarafından kapsanır. Bu potansiyel olasılık yani özdeşlenme dereceleri, pekala tekrar parçalanarak saptırılabilinir ve zaten her devinimde kendiliğinden bir çeşit sapmaya uğruyor da. Örneğin; geçmişteki bir zaman boyutunda yaşayan insana, onun yaşadığı potansiyel çevresinde zaten varolan olasılık derecelerini dışsal bir etkiyle parçalayarak; yani örneğin onun düşüncelerinde farklılaşma oluşturularak, dışsal bir müdahale yapılamaması için hiçbir neden bulamıyorum. Yani o insanın çevresinde bulunan objelerin zaten varolan potansiyeli içerisinden; gerçeklik derecesinin parçalanması vasıtasıyla, farklı bir yönünün ön plana çıkarılarak o insanın zihnine müdahale yapılabilinir ki; bu müdahale sonucunda fiili olarak ortaya çıkan şey zaten yine varoluşta varolan, ancak fiili olarak gerçekleşmemiş bir olasılık derecesi olacaktır. Yani ne yokluktan bir şey geliyor; ne de bir şey yokluğa ulaşıyor. Bu, mümkün olabilecek örneklerden biridir sadece. Ancak her etki, bir etkilenim demek olacağından; bu etkinin karşı etkisinin sonuçlarını önceden görmek oldukça zor. Belki de bu, insan için imkansızdır. Ancak insanlık şu anda bundan ne kadar uzakta olsa da; gelecekte bunların anlaşılıp kontrol edilebilme teknolojisinin ortaya çıkamayacağını kim söyleyebilir ki?

Descartes bunların bir benzerini düşündüğü için; insanın özgürlüğünü sağlamak ve kendisini kendisiyle tam ve gerçekten özdeş olarak varolduğuna inandırmak için, her şeyin nedeni olarak gördüğü Tanrı kavramına sığındı. Biz ise; bu kavramın imkansızlığını göstererek, insanlara tutunacak hiçbir dal bırakmadık. Varoluşta hiçbir şeyin kendisiyle özdeş olamayacağını gösterdik. Bu nedenle; yeni bir özdeşlik ilkesi tanımlamak ve insanın gerçek mantıksal yapısına uygun bir mantık sistemi kurmak için yazmaya başladık. Felsefeyi asla pratik yarar kaygısıyla kullanmadık. Bunları yapan insanlar ya Tanrı kavramına, ya da hiçlik kavramına ulaştılar. Kendilerini ya mutlak olarak tutsak, ya da özgür olduklarına inandırmaya çalıştılar. Biz ise varlıkta, mutlak hiçbir şeyin olamayacağını gösterdik. Tek gerçek ve mutlak, kendisiyle özdeş olan şeyin yokluk olduğunu gösterdik. Varoluşta tutunulabilinecek hiçbir dayanak noktasının olamayacağını gösterdik. Ve gerçekten de, yaşamda tutunulabilinecek hiçbir dal yoktur. Ancak her şeyde yaşamın anlaşılmasını sağlayacak bir yön vardır. İnsan için bu; yönelinmesi zorunlu olan yön, saf akıldır.

Bilginin imkanını gerçekleştiren iki temel unsurdan bahsetmiştim. Bunlar; değişim ve değişimde gerçekleşen sabit idi. Değişim ve devinime karşı gerçekleşen bu direnç; varoluşta bilginin imkanını sağlayan iki temel unsuru temsil eder. İşte bu değişim ve buna karşı etkinin izlenmesi bizleri, değişim ve devinim yasalarının ilkelerine götürecektir. Ve buradan da insanın saf aklına, yani gerçek mantıksal yapısına ulaşmaya çalışacağız.

Bu yazılarımıza burada bahsettiğimiz varlığın değişimi ve bu değişimin karşı tepkisi olan direncin insan üzerinden izlenmesi, yani insan aklı ve onun çarpıtılma durumunun araştırılması ile başlamıştık. Çünkü, başlangıç yapabileceğimiz elimizdeki tek şey insandı. Eğer uzaydan gelen başka bir varlık olsaydım, oradaki mantıksal yapıma göre başlardım. Ve düşünüyorum ki, aynı sonuçlara ulaşırdım. İnsan üzerinde gerçekleşen fiziksel devinimlerin dışında tanımladığımız, metafiziksel ve aynı zamanda fiziksel ve evrimsel de olan değişim ve devinim; pratik aklın, saf akla yönelimidir. Bu, tersinmez bir devinim ve değişimdir. Fizikte de bilinen atalet yasası gereği; bu dirençte ve devinim içerisindeki mekanizmada, tersinmez süreçlere karşı etki olarak, eklenti halinde; yani tek başına fiili olarak bulunamayan tersinir süreçler etki eder. Biz bunları metafiziksel olarak da kullanabilmek için; belirlenim yasaları olarak adlandırmıştık. İnsan için de; bunun özel bir türü olan, duygulanımlar alanını tanımlamıştık. İşte duygulanımlar buradaki süreçte; insan aklını çarpıtan, dairesel olarak değişen fiziksel ve metafiziksel etkilerdir. Buradaki etkinin nasıl gerçekleştiği sorusunu, değerlendirmemin ikinci bölümüne bırakıyorum.

İnsan için bu devinimin nihai sonu ise, saf akıldır. Ancak bu; varoluş alanında mutlak bir son değil, yeni varoluş alanları için bir başlangıç olacaktır. İnsanın toplumsal, kültürel, dini ve mitolojik yapısı da işte bu; pratik aklın saf akla deviniminde, duygulanımların yaratmış olduğu ve ortadan kalkacak olan fiziksel çarpıklıklardır. Çünkü tersinmez süreç olan saf akla yönelim; doğanın gerçek devinim ve değişimlerinden biridir. Ve onun zaferi, zorunlu ve kaçınılmazdır.

Değerlendirmemin ikinci bölümünde; insan aklının bu devinimini ve duygulanımların ortaya çıkardığı bu çarpıklıkları ele alıp, giriş bölümünü tamamlayacağım.