8 Kasım 2018 Perşembe

Doğa Yasalarına Giriş ve Toplumsal Alanın Reddi Üzerine XII


V - Duygulanımlar Üzerine

Duygulanımlar sadece karşıtlıkları üzerinden varolabilirler. Bu tıpkı sevginin olmadığı bir yerde nefretin, nefretin olmadığı bir yerde sevginin varolamaması gibidir.

Belirlenim yasaları için geçerli olan bu durum, doğa yasaları içerisinde ele alındığında geçersizdir. Bunların işlerliği kendileri üzerinden bir karşıtlık kurma, hatta aralarında bir ilişki kurmaya gerek kalmadan iletilir. Doğada zayıf olanlar varoluşlarını sürdüremez. Ancak bunlar, diğerlerinin güçlü olmasından değildir. Doğa içerisinde güçlü olmanın değil, sadece zayıf olmanın bir anlamı vardır. Duygulanımlar içerisinde eğer siz sevgiyi yok ederseniz, aynı zamanda nefreti de yok etmiş olursunuz. Bunun tersi de geçerlidir. Aynı zamanda sevgi ne kadar arttırılırsa, onun içerisinde bulunan ancak duygulanımlar içerisinde devinen ve bir insanın normal olarak fark edemeyeceği, nefret olgusu da o derece arttırılır. Bir şeye duyulan sevgi aynı zamanda, ona karşı duyulan nefreti de içerir.

Evren içerisinde olup biten her şey ancak doğa yasaları içerisinde açıklanabilinir. Bunlar belirlenimler içerisinde işleyen kuralları da belirlerler. Yukarda söylenen bu durumu ortaya çıkaran şey ise, duygulanımların ayrı bir varoluşu veya bağımsızlığı olmasından değil, varoluş derecesi olarak farklı bir konumda bulunmasındandır. Örneğin; sizin bir uyarıcıya ( bu bir kadın olabileceği gibi, toplumsal bir mit de olabilir ) duyduğunuz aşk, biyolojik yasalar içerisinde ele alınıp tanımlanabilinir. Yani aşk; sizdeki biyolojik olarak varolan yasaların belirlenimsel bir anlam kazanıp, varoluş derecesinden bir sapmayı gösterir. Hatta bazı ve bir çok durumda aşk, doğa yasalarının işleyememesi durumunda onun karşı bir yardımcı işleme aracı olarak işlev görür. Bu durumda aşk ne bir doğa yasasıdır, ne de o olmadan varlık alanı bulabilecek bir şey. Böylece duygulanım, yasanın işleyebilmesi için pratik aklın ürettiği bir tepki olabileceği gibi; bencil tutkuların ikincil tatmin alanı olan bir duygusal forma da bürünebilir. Birinci durumda zaten doğa yasalarıyla olan ilişkisi bellidir. Bunu pratik alan sağlar. İkinci durumda ortaya çıkan, üçüncü türden dereceye kendini aktarır. Şöyle; doğa yasaları tamamen dışarda kalamaz. Çünkü bu durum; onun dışındaki ayrı bir varlık alanına işaret eder ki, doğada böyle bir alan da bulunamaz. Duygulanımın, yani örnekteki aşkın tutkuya dönüşmesi, pratik alanın da dışarda kaldığı durumdur. Bu durumda insan; doğanın insan ile ilgili yasası ve bir türü olan saf akıl ve işleyişlerinin tamamen dışında kalmıştır. Ancak, doğa yasalarının tümünden tamamen değil. Tutkular düşük varoluş derecesinden bu ilişkiyi sürdürür.

Bir insan bu tip bir durumda; saf akıl yasası kendisi için devre dışı kaldığından, zihinsel ve fizyolojik bir çok yıkıma uğrar. Bu insanlar tedavi edilmezlerse fizyolojik yıkımlarında olduğu gibi, zihinsel yıkımlarında da geri dönüşüm mümkün olmaz. Toplum içerisinde zihinsel olarak ahmaklaşır. Fizyolojik olarak obezite ve onun getirdiği bir çok hastalığa uğrar. Doğa içerisinde bu hastalığa sahip olan tek canlı türü insandır. Toplumsal duygulanım içerisinde saplanmış insan, zihinsel benliğini kaybedeceğinden fiziksel olarak çirkin bir yapıya bürünür. Bunun karşıtı olarak bireysel duygulanımlardaki insanlar; genellikle karşı cinse hoş gözükmek - veya bu ekonomik alanla da ilişkili olabilir - , gibi nedenlerden anlamsız bir güzelliğe bürünme çabası içerisine girerler ki, genelde bu duyu yanılmalarına yönelik hilelerden oluşur. Buna karşın, doğada güzelliğe de çirkinliğe de aynı oranda yer yoktur. İnsanların zihninde sanıldığı gibi güzellik çirkinlik ideaları da yoktur. Bireyin zihninin etkilenimine baktığımızda, matematiksel aksiyomatik düşünceler onun zihninde körelmeye başlar. Toplumsal belirlenimde insan; kendisini tutkusal ideolojik soykırımlara, dinsel yağmalara hazırlar; bireysel belirleniminde insan, tutku haline getirdiği kadını öldürebilir. Ancak; bireyselliğe geçiş pratik aklın ilerlemesi olduğu için, bireysel duygulanımlar toplumsal olanlardan her zaman daha az tehlikelidir. Bunun örneklemeleri o kadar çoğaltılabilinir ki, bu hastalıklar ve etkilenimler bunlarla sınırlı değildir.

Ancak asıl konumuza dönecek olursak, burada söylemek istediğim; duygulanımlar ne kadar yoğun olursa olsun, doğa yasaları dışında bir varlık alanı bulamaz ve onun işleyiş yasalarına tabi olmak zorundadır. Aklın ortadan kalkıp, diğer yasaların aynı zamanda işlemeye devam etmesi insan için yıkım hızını da arttırır.

Böylece bu durum, ''nasıl oluyor da duygulanımlar fiziksel olarak etkilenimde bulunabiliyor'' sorusunu da cevaplamamıza olanak tanır. Eğer onların gerçek bir varoluşu yoksa. Konunun bu kısmı için şimdilik bu kadar şey söylemek yeterli, çünkü bu tartışma çok daha uzun olacaktır.

Şimdi konumuza dönecek olursak;

Duygulanımları en iyi örneklendirebileceğiniz şey; sevgi ve nefrettir. Hatta duygusal belirlenimlerin tümü, bu iki temel olgudan çıkarsanır. Ancak insanlar, düşüncelerinde bu iki olguyu hep bireysel olarak tasarlamışlardır. Oysa duygulanımlar, hiçbir zaman doğrudan bireye yönelik etkilenimlerine başlayamazlar. Çünkü duygulanımların ana kaynağı toplumsal yapılardır. Bu iki olgu da anlamlarını ilkin, toplumsal yapı içinde bulur. Toplumsal üretimlerde başlangıçta, duygusal belirlenimler en şiddetli evresinde gerçekleşir

Toplumsal üretimlerin; mitsel inançların, din olgusunun, ideolojik yapıların kaynağı sevgi ve nefret durumlarıdır. Dünya üzerinde bir çok dinsel inançların bulunması; ve yaşamda bir tane dinin olmasının, aslında hiçbir dinin olmaması anlamına gelmesinin nedeni budur. Diğer duygulanımlar gibi din olgusu da, çok farklı formasyonları ile ancak mümkün olur. Aynı şey ideoloji içerisinde de geçerlidir. Her ideoloji varlığının tamamını ona karşıt olan ideoloji üzerinden kurar ve varolabilmesi için ona muhtaçtır. Gücünün kaynağı odur. Zayıf bir doğa yasası yoktur. Sadece, işleyen kendisi vardır. Oysa ideolojiler zayıftır, güçlüdür, güçlenirler ya da zayıflarlar. Doğa yasalarında olduğu gibi devinmeden, değişime uğramadan ifade edilmeleri mümkün değildir. Diğerlerinde bu durum, sevgi ve nefret ikililiği üzerinden ifade edilir.

Buradan artık anlıyoruz ki; nefretin hakim olduğu en kötünün dünyasıyla, sevginin hakim olduğu en iyinin dünyası aynı derecede geçersizdir. İyi ve kötü olguları da duygulanımların etkilenimleridir. Buradan, mutlak iyinin ve kötünün mutlak anlamda varoluşunun olmadığını çıkarımlarız.

İyi ve kötü olguları bir duygulanım türü iken; doğru ve yanlış olguları, belirlenimsel alan içerisindedir. Bu nedenle doğru ve yanlış, başlangıçta bir duygunun ruhunu değil, pratik aklın belirlenimlerini yansıtır. Aristoteles ile başlayan, ondan sonra geliştirilip farklılaşan mantık sistemlerinin pratik akla dayandığını söylememin gerekçesi budur. Bu yüzden, mevcut mantık sistemlerini nihai olarak doğru ve yanlış ilkeleri üzerinden yorumlandıkları için, saf akıl mantığı değil belirlenimsel mantık olarak görürürüm. Ancak pratik akıl, saf akla yönelir. Bu yüzden bunu, bir gelişim olarak görebiliriz. Tarihte matematiksel ve geometrik kavrayış yönü kuvvetli olan düşünürler, belirlenimsel etkilenimlerden her zaman daha çok muaf olmuştur. Çünkü, saf akıl tamamen matematiksel bir formda işlem yapabilir.

Asıl konumuza tekrar dönecek olursak;

Duygulanım içerisinde olanlar varoluşlarını hep karşıtlıkları üzerinden kursalar da, birbirleri üzerinde tamamen nihai bir hükümranlık kuramazlar. Bunların anlaşılması için, varoluşun tek tip olmadığını yine söylememiz gerekir. Varoluşun tek bir tipi yoktur. Varolmak kendi içerisinde bir çok derece barındırır. Ancak bu durum yokluk için geçerli değildir. Yokluk sadece tek bir tip tarzıyla anlaşılabilinir. Bu yüzden asli olanın yokluk, varoluşun ise bir istisna olmasının bir sonucu da budur.

Tüm varoluş bir istisnadır. Bunun dışında duygulanımların varoluşları varlık derecesi olarak tekrarı işaret eder. Sadece tekrar ederek varolabilirler. Devinimleri hep daireseldir. Doğa yasalarınınkiler ise şimdilik bir kenara bırakılmalı. Duygulanımlar tekrar içerisinde varoluş derecesindedirler. Duygulanımlar asla gelişmez. İlk insanın herhangi bir uyarıcıya duyduğu sevgiyle, modern insanın duyduğu sevgi arasında hiçbir fark yoktur. 

Duygulanımlar şiddet derecesiyle farklılaşır, özsel dereceleriyle değil. Bu maddenin ağırlığına benzer. Bir kilo demir ile iki kilo demir arasında özsel hiçbir fark olmaması gibi. Ancak, bu şiddet derecelerinde korunum türünden bir yasa vardır.

Duygulanımlar ancak karşıtı ile varolabildiğinden; aynı uyarıcıya karşı duyulan sevgi ve nefret derecelerinin farklı değişken aralıklarındaki toplamları birbirine eşit olmak zorundadır. Aslında bu onların dairesel hareketlerinin de bir sonucudur. Açarsak; uyarıcıya karşı duyulan sevgi derecesi değişebilir, ancak bu sevginin kendisindeki özsel bir değişim olmadığı için, bu değişim karşılığını nefret çizelgesinde verir ve bunların toplamları farklı durumlarda birbirlerine eşit olur. Bu; enerjide olduğu gibi, sevgi derecelerinin şiddet artışları potansiyel olarak aynı oranda nefret derecesindeki artışı körükler. Bu durum, ayrı bir varoluş derecesine kapı aralar. Potansiyel olarak artan nefret derecesi, derece olarak sevgi karşısında düşer. Bunların hepsinin birbirlerine göre tersi de geçerlidir. Çünkü, bir duygulanımın tek başına hiçbir anlamı yoktur. 

Korunum durumunun sonuçlarından biri, sevgi ve nefret olgularının veya daha genel ifadeyle duygulanımların tek başlarına azalıp artamayacağıdır. Duygulanımlar varoluş dereceleri olarak da, olgusal olarak da oldukça zayıftırlar. Uyarıcı ortadan kalktığında, değiştiğinde veya kalkmasa dahi bir çok durum içerisinde kolayca ortadan kalkıp yön değiştirirler. Korunum durumunun diğer bir sonucu olarak da, duygulanımlar ortadan kalktıklarında tümden yok olmazlar. Ortaya çıktıklarında tümden ortaya çıkamazlar. Ancak karşıtlık ikililiği olan geliş ve gidişleri tümdendir. Bir şeyi sevmeye başlamak demek aynı zamanda, ondan nefret etmeye başlamak demektir de. Doğa yasaları gibi gerçek bir varoluşa sahip olamadıkları için ancak aktarımsal yollarla varolabilirler. Karşılıklı geçişlerle kendilerini sürdürürler. 

Duygulanımlar gerçek bir varoluştan yoksundurlar. Çünkü; doğa yasaları gibi değişmeden kalabilme, karşıtlık kurmadan işleyebilme mekanizmalarından yoksundur. Tam bir yokluk içerisinde de değillerdir. Çünkü sınırlı bir alanda da olsa, dairesel olarak devinir. Yokluk asli olmak demektir de. Yokluk, tüm bir varoluşun onun sırtına dayandığı bir dağ gibidir.

Duygulanımlar ne vardırlar, ne de yokturlar. Varlık ile yokluk arasında bir yerdedirler. Gerçek bir varoluşa sahip olan doğa yasalarının işlediği yerde, varoluş çizgilerini ve derecelerini kaybederler. Hiçbir zaman tam bir yokluk durumuna da gelemezler. Çarpık görüntülerdir, hayali bir evreni anlatan bir filmden dışarı yansıyan ışık yansımaları gibidirler, doğa yasalarının işlerliğindeki insana özgü bir kusur ile varolurlar.