23 Ocak 2018 Salı

Doğa Yasalarına Giriş ve Toplumsal Alanın Reddi Üzerine X


III - Aklın Üçlü Çarpıtma Düzeyi

Genel başlıkta iki ifade göze çarpmıştır. '' Doğa Yasalarına Giriş '' ve '' Toplumsal Alanın Reddi ''. Bu iki ayrı başlık öylesine koyulmadı ve bu başlıklar teorimin iki ayrı hattının dallanıp budaklanan ama nihayetinde tek bir ana yola ulaşan ve aslında zaten tek bir ana yoldan çıkan iki ayrı yolundan her biridir. Birincisi '' Doğa Yasalarına Sadece Bir Giriş '' idi. Daha doğrusu kendisinin tam açık ve seçik olarak ortaya çıkarılması değil ki zaten böyle bir çaba başarısız olmaya mahkumdur. Çünkü insanın sınırları saf aklının başladığı yerde başlar, onun bittiği yerde biter. Bu yüzden bu biliş, bir tür doğa yasası olan saf aklın üzerindeki bulanık görüntülerden yani bir nevi hastalıklardan onun arındırılması ile ortaya çıkarılacak, doğa yasalarının tam ne olduğu değil, daha çok bütünsel bir kavrayış ile ne olmadığının gösterilmesi ile sonuçlanacak bir bilgidir. '' Doğa Yasalarına Giriş '' saf aklın kavranmasıyla ilgilidir. Bu açıklamalar bu bölümde bunun için yeterli. Şimdi saf akla gelişimin başladığı yere, yani ilk başlangıç noktası olan pratik akla gönderme yapan ikinci kısımdaki sunum yani '' Toplumsal Alanın Reddiyesi '' bu bölümü daha çok ilgilendirmekte.

İnsanların felsefe içerisindeki yönelimleri de aynı kendilerinin bir bütün olarak gelişimlerini haklı çıkaracak bir seyirde ilerler ki bu tıpkı varoluşla ilgili diğer alanlarda da olduğu gibidir. İnsanların yönelimleri, yani ilk insani özelliklerin varolduğundan beri, gerek felsefe gerek diğer alanlarda aynı etki altında seyreder. Bu etki aynı zamanda insani varoluşun anlamını da verir ki bu bir tür kendisinin özelliği olan pratik aklın saf akla yönelimidir. İnsanlık tarihi de bu iki uç noktanın kapanma seyrinden başka bir şey değildir. Yani toplumsal alana sunulan reddiye aslında geleneksel, modern, postmodern veya başka her türlü toplumsal odaklı ve onu temele referans alarak, ana kategori olarak onu belirleyerek oluşturulan tarih inşasına, anlayışına sunulan bir reddiyedir. Çünkü verilen ana akımlardan ziyade, onların içerisindeki farklılaşmalarda yani yapı dışında bireyi temel alan yaklaşımlarda dahi ele alınan birey toplumsal bir yapı içerisinde anlam kazanan bireydir. Ele alınan özne toplumsal bir inşa ile anlam kazanan yani aklı duygulanımlara mahkum edilen bir öznedir. Pratik aklın tarihselliği araştırılacaksa ki tarihsellik denen şey aslında budur, ana kategori olarak toplumsallığın kendisi sunulamaz ki toplumsal bir kategori için yine nasıl saf aklın pratik akla karşı bir bağımsızlığı varsa, pratik aklın da toplumsal her türlü kategoriye karşı ayrı birer bağımsızlığı vardır. Ayrıca ne olursa olsun, tarihsel bir araştırma toplumsal kategoriler ile değil, sadece pratik aklın yönelimleriyle açıklanabilinir. Ne insanların toplumsallaşmasının bir tarihi ne de onun kendi içerisindeki kategorilerinin ayrı birer tarihi vardır. Tarihsel olan şey bu kategorilerinin kendi içerisindeki belirlenimlerinden başka bir şey değildir. İlk insan en toplumsal, en dindar, mitsel anlamda en inançlı, kültürel düzeyi en yüksek insandır.

Bu süreç saf aklın belirip, pratik akıl olarak kendisini ifade ettiği olgusal bir anlamda başlar. Ayrıca ilk toplumsallaşma hayvansal bir yönelim ve aşırı uyumken, kaynağı ise insan aklının devinim dengesizliğidir ve hayvansal canlılarda olduğu gibi aynı sonuçları verecektir ki hayvanların toplumsallaşma özelliklerinin değişmemesi, mükemmel uyumlarının ve duygulanım belirlenimi göstermemelerinin sebebi bir saf akla sahip olmamaları ve dolayısıyla devinim dengesizliği yaşamamalarından veya zaten bu dengesizliği içselleştirmelerinden gelir. Hayvanlar için toplumsallaşma saf akla sahip olmama şeklinde ortaya çıkan doğa yasası iken, insanlar için toplumsallaşma saf akla yönelim yani bir doğa yasasının gerçekleşme sürecindeki bir anomalinin sonucudur. Bunun için hayvanlar, günümüz insanlarından kültürel düzeyi daha yüksek canlılardır. Bir doğa yasasında anomalilerin ortaya çıkması, kendisi açısında anomali değil bir özelliği açısından anomalidir. İnsan da bir bütün olarak doğa yasası özelliğidir.

Tüm bunların içerisinde, bu yazıların ulaştığı noktalar insan aklının kutsallaştırılması, akla aşkın bir anlam atfedilmesi veya ona rasyonalist anlamda sonsuz bir güven duyulması olarak algılanmamalı yine ona karşı sonsuz bir değer, bir kurtarıcı rolü biçildiği sanılmamalıdır. Sanılması gereken insanın bütünsel varlığının sadece akla yönelebileceğidir. Bu yönelimin de iyi veya kötü olması gerekmez, yine varlığının kendisine kıldığı olması gereken koşullara uygun olması gerekmez, insanın duygusal belirlenimindeki zayıflığıyla aklın bir ilişkisi bulunamaz, hatta saf aklın yönelimi toplumsal varlığın oldukça kötü, istenmeyecek olarak sunduğu bir çerçevede de seyredebilir. Yine saf aklın seyri belirli doğa yasası özellikleri olmadan işleyemez ki zaten bu işlerliği kazandıran onun kendi kendini ifade edebilme yetisidir. Bunlar hareket, algı gibi özelliklerdir. 

İnsan aklının insanı ne iyi ve güzel yola sevketme ne de aşkın olanı buldurma gibi işlevleri vardır. İnsanın saf aklının işlevi, insan varlığının insan olarak gelişiminin tamamlanmasını sağlamaktır. Bu gelişim ise zorunlu olarak insanları tek düzeye indirgeyecek ve tek tipleştirecektir. Yaşam içerisindeki dehşet ve yıkımlar toplumsal karakterlidir, belirlenimsel yönelimdedir ve aklın gelişimi iyi veya kötü bir çıkarım bulunmaya mahal vermeden bu seyri zayıflatacak bir yönelimdedir. Çünkü bu gelişim insanın belirlenimsel olandan uzaklaşması demektir. İnsan aklı ise genel olarak düşünce dünyasında üç şekilde çarpıtılır veya insan aklının çarpıtılması üç temel düzeye indirgenebilinir. Burada bir çok düşünce pratiği verildi ama tabiki hepsi örneklendirilemedi. Yer verilmeyen diğer düşünce yönelimleri de bu algoritma içerisinde tanımlanıp uygun olan düzeye indirgenebilinir.

1- Birinci Düzey, insan aklının tamamen devreden çıkarılması şeklinde ortaya çıkan ve onun yerine başka türden bir şeyin ikame edilmesi şeklinde gerçekleşen çarpıtma düzeyidir. Bu düzey insanın akıl kullanımının oldukça sınırlı olduğu ilk düzlemlerde daha çok gerçekleşir. Örneğin, doğa olaylarının kaynağının akıl ile yani doğa yasalarıyla değil de doğaüstü güçler ile açıklanmaya çalışılması bu düzeyi temsil eder. Bu düzeyde mistik bilgi ön plandadır ve felsefe içerisinde de mistik akımlar ile kendisini ifade eder. Bunun bir diğer formu da aklın yerine inancın geçirildiği Tertullianus gibi bazı patristikler tarafından ifade edilir. Bir diğer formu da aklın dışlanıp onun yerine deneyimin geçirildiği empirikler tarafından oluşturulur. Bu düzeyde doğa yasaları, doğaüstü güçlerle ikame edilmez, bunun için bu düzey aklın bir bütün olarak çarpıtılması değil sadece saf aklın çarpıtılması şeklinde gerçekleşir. Yine aynı şekilde akıl yerine sezgi vb. gibi başka türden bir yönelimle yapılan gerçeklik açıklama çalışmaları ve toplumsal belirlenimlerde duygulanımların akla yaptığı baskılar sonucu oluşan çarpıklık birinci düzeyden bir çarpıtmadır.

Gottfried Leibniz  
2- İkinci Düzey, insan aklının devreden çıkarılmayıp aksine ona aşkın bir anlam yüklenmesi ve onun Tanrısallaştırılması, doğa yasalarının dışına atılması şeklinde gerçekleşen ve akla yönelik en yoğun çarpıtmaların gerçekleştiği düzeydir. Bu düzeyin en tipik örneği rasyonalist ve akılcı düşünürlerin yaptığı çarpıtmalardır. Hatta akılcı düşünürlerin yaptığı çarpıtmalar deneyimcilere oranla insan aklını daha çok bulanıklaştırır ve gerçeği körleştirir. İnsan aklının sınırları ihlal edilir, onun gücünün ulaşamayacağı alanlara yönelik akıl aracılığıyla çıkarımlarda bulunulmaya çalışılınır ki bu çıkarımların kaynağı hiçbir zaman saf akıl da olamaz ve metafiziksel spekülasyondan da başka bir şey de yapılamaz. Leibniz'in monadolojisi ve Tanrı'nın mevcut evreni varolan koşullar içerisinden en iyisi ve en mükemmeli olacak şekilde yarattığı ile ilgili görüşleri bunun en çarpıcı örneğidir. İkinci düzeyin bir diğer formu da, imanın akıl aracılığıyla açıklanmaya çalışılmasıdır. Gerçekten de en tuhaf ve gülünç olanı budur. Bu yönelimlerin, toplumun rahatsız yapılarının gerçekliğe uydurma çalışmalarına denk düştüğü görülürse, böyle bir hastalıklı düşüncenin nasıl ortaya çıktığı da anlaşılabilinir. Bu yönelimlerin, Ortaçağ'ın skolastik rasyonalistlerinde ve Doğu toplumlarının Aristotalesçiliği kendi toplumlarına uydurma çalışmalarında yoğun şekilde karşılaşılmasına şaşmamalı. Ayrıca, skolastik rasyonalistlerin bu yönelimleri doğa yasalarını akıldan tamamen dışlayacağından, yani gerçekliği doğaüstü bir alanla açıklanmaya çalışılacağından birinci düzeyi de içerebildiği göz önünde bulundurulabilinir. Ancak modernist rasyonalistlerde böyle bir yönelim oldukça nadirdir. Çünkü ikisi arasındaki bu ayrım, akla yapmış oldukları ayrımlardan ortaya çıkan Tanrı anlayışlarındaki farklılıklardan kaynaklanır ki modernist rasyonalistlerin Tanrı anlayışı evrenin yasalarını dolayısıyla aklı da yaratıp müdahale etmeyen, bu yüzden de akla yönelik açıklamaların önünü açan bir Tanrı anlayışıdır. Bu yüzden de modernist rasyonalistlerde birinci düzeyden bir çarpıtma oluşmaz. İkinci düzeyin bir diğer formu da Platoncu felsefede olduğu gibi aklın idealleştirilmesiyle ortaya çıkar. Ondan farklı bir idealist kimlikte olan Berkeley gibi gerçekliği bilişsel bir algıya indirgeyen düşünceler görüleceği gibi ikinci düzeye değil birinci düzeyden bir çarpıtmaya girer. Bu düzeyin bir diğer çarpıcı örneği ise kuşkucu düşünürlerin akla yönelik yaptığı çarpıtmalardır ki bu düşünürler aklı kavrayış yönü itibariyle birinci, ikinci hatta üçüncü düzeye yönelik parçalar içerir. Kuşkucuların tarihdeki bütün görüşlerin yanlışlanabildiği veya geçersiz kaldığı ile ilgili görüşleri saf aklı pratik akla indirgemek yönünden üçüncü, objenin algıya yönelik olduğu yani görelilikle ilgili argümanları aklı belirlenimlere indirgeme yönünden birinci, ilk ilkelere ulaşmanın mümkün olmadığı ve sonsuza doğru geriye gidiş olacağına yönelik görüşleri de bilgiye aşkın bir anlam yüklemek bakımından ikinci düzeyden bir çarpıtmadır.

3- Üçüncü Düzey Çarpıtma ise saf aklı pratik akla indirgeme yönelimiyle ortaya çıkar. Öncelikle belirtilmelidir ki skolastik rasyonalistler bu düzeyden bir çarpıtma göstermezler çünkü saf akıl pratik bir konuma indirgenmez aksine pratik akıl saf akla yönlendirilmeye çalışılınır. Bu yüzden skolastik rasyonalistlerin akla yönelik ikinci düzeyden çarpıtmaları birinci düzeyi de içermesine rağmen, üçüncü düzeyi içermezler. Öncelikle modernizm ve onun ürettiği düşünce akımları üçüncü düzey çarpıtmaların en tipik örnekleridir. Liberalizmin ekonomik ve toplumsal söylemleri üçüncü düzeyden bir çarpıtmadır. Yine liberalizmin üretmiş olduğu faydacı ahlak anlayışı, günümüzde belirgin bir şekilde kendini gösteren ayrıcalıklı bir sınıfın ihtiyaçlarına göre tekelleşen bilim çalışmaları ki burada bilimin ekonomiye indirgenmesinden söz edilebilinir bu düzeyden bir çarpıtmadır. Özellikle başta Thomas Hobbes gibi sözleşmeci teorisyenlerin doğa yasalarını pratik alanlara indirgeyen görüşlerinin bir bölümü ki bu görüşlerin diğer bölümleri onları belirlenimsel alanlara da indirger, bu yönüyle farklılaşır ama genel olarak bireysel duygulanım alanlarına indirgenen akıl muhakkak pratik akla yöneleceğinden buradaki çarpıtmada akıl tamamen devre dışında kalmaz ve bunun için bu yönelim genel olarak üçüncü düzeye indirgenebilinir. Aslında modernizm ve sonrası içerisinde yeterli bir düzeyde saf-pratik akıl ayrımı yapmayan her düşünce yönelimi, zorunlu olarak ya onu aşkın bir alana ya da pratik olgulara indirgeyerek bir çarpıtma ile sonuçlanır. Modernizm içerisinde olmayan Aristotalesçi mantık ve tasım yöntemleri gerçekliği dilsel ve gramatik formlara indirgemesi yönünden üçüncü düzeyden bir çarpıtmaya girer. Nitekim burada gerçeklik pratik aklın bir yönelimi olan dilsel alana indirgenir ve olguların kendi özleri ihmal edilir. Gerçeklik üzerinden yapılan psikolojik açıklamaların tümü, ya onu pratik ve bireysel ya da toplumsal duygulanım alanlarına indirgeyeceğinden birinci ve üçüncü düzeyden bir çarpıtmadır. Sadece bireysel belirlenimlere yönelen psikolojinin düşünce akımları bu yönüyle birinci çarpıtmayı içermez, çünkü bireysel belirlenim toplumsal duygulanıma değil pratik akla yöneleceğinden akıl tümden devre dışında kalmayacaktır. Ayrıca psikoloji ve yaklaşımları insanı toplumsal bir varlık olarak alma ön kabulünde bulunacağından, bu yüzden de aklı tümden dışlama eğilimi olduğundan birinci düzeyi de içerebilir. Bu yüzden bireysel bilince odaklanmayan toplumsal bilince yönelen psikolojik yaklaşımların birinci çarpıtma düzeyini de içerdiği kabul edilir. Bu yüzden psikanalizin sadece üçüncü türden bir çarpıtma olduğu söylenebilinir. Eğer çarpıtma düzlemlerinde bir düşünce pratiği, septisizm gibi üç çarpıtma düzeyini de içeriyorsa bir tür zorunlu anomalidir ve gelişimde hiçbir katkı ve önem arz etmez. Diğer çarpıtma düzeyleri de bir tür anomali olsa da zorunlu değildir, çünkü gelişim sürecine katkı verebilir. Bu yüzden bunlar insan aklının gelişiminde yani gelişim olgusunun kendisinde doğal seyir olarak kabul edilebilinir. Bir çarpıtma düzlemi septisizm gibi üç düzeyi de içeriyorsa zorunlu anomali, rasyonalist skolastikler veya psikolojinin bazı yaklaşımları gibi iki düzlemle sınırlıysa baskın anomali, modernist rasyonalistler veya ilk insan topluluklarının kültürleri gibi tek bir düzlemle sınırlıysa esnek anomalidir. David Hume ve takipçileri gibi deneyimci düşünürler epistemolojilerinde deneyimin pratik akılla ilişkisini ihmal ederler. Deneyim zorunlu olarak pratik akla yöneleceğinden ve onun anlam kazanabilmesi sadece saf aklın varlığıyla açıklanabilineceğini ihmal etmeleri nedeniyle epistemolojik olarak sadece birinci düzeyden bir çarpıtmayken genel olarak deneyimci düşünürler epistemolojilerinden çıkıp topluma yöneldiklerinde aklı pratik alana indirgeyerek üçüncü düzeyden çarpıtmaya da yönelir ve esnek anomaliden çıkıp baskın anomaliye geçerler.

Üçlü çarpıtma düzlemlerinin kendi içerisinde stabil bir düzende seyretmesi gibi bir zorunluluğu yoktur. Yapısal farklılıklar görülebilinir. Çünkü aynı insan aklının gelişimi gibi burada da zorunluluk, stabilite ve belirlenmişlik olgunun bütününde yani saf akla yönelimdedir.

Bu üç düzlemde çarpıtma seyirleri, kendi içerisinde sonuç itibariyle zorunlu ve doğrusal bir gelişme göstermektedir. Bu aklın tamamen devre dışında kaldığı olgulardan, onun işe koşulmaya başladığı düşünce yönelimlerine doğru doğal bir devinimdir. İnsanın kendini gerçekleştirmesine giden yolun doğal bir seyridir.



3 Ocak 2018 Çarşamba

Doğa Yasalarına Giriş ve Toplumsal Alanın Reddi Üzerine IX


Belirlenim Yasaları Öncesinde Birtakım Açıklamalar II

Tarih boyunca her dönemde toplumsal davranışlar ve bunun aracılığıyla insan davranışları hep açıklanmaya çalışıldı. Oysa yapılan hep, pratik aklı kendisi ile açıklamaya çalışmaktı. Onun içindeki duygulanım çatışma alanı hep gözardı edildi. Pratik akıl saf bir formda varolamıyordu. Hiçbir zaman kendi özelliklerini tam yansıtamıyordu. Çatışarak devinen bir yapısı vardı, kararsızdı ve düzensizdi. Sadece tikellerle gerçekleşebiliyordu, oysa saf akıl hem tikellerde var olup hem de tümel bir anlam kazanabilme olgusudur. Buradaki tümel bir anlam, Platoncu bir aşkınlık olarak düşünülmemeli. Sonuçta, pratik aklın belirlenim içerisinde anlaşılabilinecek bir anlamı daha vardı, bu ise hiç görülmedi. Pratik aklın bir örneği toplumsal bir ekonomik dönüşümdü, saf aklın bir örneği ise ahlaktı. Hep yapılan ekonomi içerisinde ahlakı gerçekleştirmekti, oysa sadece ahlak içerisinde ekonomi gerçekleşebilirdi. Zaten hep öyle oluyordu ama pratik aklın zayıflığı bunun görülmesini engeller. Öyle olduğu için de belirlenim yasaları hiçbir zaman anlaşılamadı, bir çokları bile onu psikolojik bir olgu zannettiler. Bir çok teori iş oraya dayandığında hep tıkandı. Birçokları septisizm bataklığına saplandılar, birçokları psikolojik egoizme götürmeye çalıştılar, birçokları onu doğa yasalarına indirgeyerek en başından çelişkiye düştüler, birçokları ise saplantılı bir metafizik ile spekülasyondan başka bir şey yapmadı. Teorilerini tamamen alt üst edebilecek bu olguyu pek azı araştırma cesaretine girebildi. Belirlenim yasalarını fark edip onları tarif etmeseler de dikkate aldığı görülebilinen her düşünür tarihte düşünce dünyasında bir kırılma noktası gerçekleştirdi. Aydınlanma düşünürleri bunun bir örneğidir, ancak eksik bir örneği, bu durum da tabiki doğaldır.

Bu kırılma noktası zorunlu bir gelişimdi, çünkü pratik akıl saf akla devinmek zorundadır. Bu devinme için mücadele eden düşünürlerin çoğunlukta bulunduğu nerde yer varsa, orası düşünce anlamında gelişti ve gelişmeye devam ediyor, geliştikçe daha çok düşünür ortaya çıktı çünkü bu mekanizma kendini geri besleme unsurlarını da barındırır. Bu devinime direnen toplumlar da ne buna engel olabildiler ancak bunu zayıflatarak onlar karşısında sömürge olmaktan öteye gidemediler.

Gelişen toplumlar bir şeyi çok iyi anladılar. Bir toplumun gelişmesi demek kendisiyle tam bir zıt anlamda toplumsal yapısının zayıflaması demektir. Çünkü, belirlenimsel olan bir şeyin aslında tümel bir anlamı yoktu. Toplumsal yapının zayıflaması inanç birliğinin, ortak manevi duygularının, duygusal birlikteliğin yok olmaya başlaması demekti ki çünkü bunların belirlenimsel yasa görünümlü dayanaklarının dışında hiçbir gerçekliği yoktu. Bu yönelim içerisinde, aşamalardaki bir görüntü olarak saf akıl tikel bireylerde kendini hissettirebiliyordu. Daha önce de değinildiği gibi, saf akıl önce tümel bir alandadır ama doğa yasalarına içkin bir alanda. İşte onun tümellikten tikel alanda belirmesi tarihteki bir kırılma noktasıdır. Bu alanda mücadele eden nerdeyse tüm düşünürlerde bile böyle bir ayrım galiba pek yoktu. Ama, hepsi gerçekte varolanın peşinde olduklarını biliyorlardı. Önemli olan da zaten buydu. Saf akıl kendisini ancak felsefe ile ifade edebilir ama bilimle gerçekleştirir. Günümüzde gördüğümüz bilim ise pratik aklın belirlenimsel bilimi yani kusurlu bilimdir.

Bazıları ise insanların robotlaştığını öne sürdüler. İnsanlar artık duygusuzlaştı, ilgisizleşti, manevi değerlerini unuttu diye dem vurdular. Bu tip düşünce yönelimleri hemen hemen her toplumda görülebilinir. Ama bunu söyleyen bir felsefeci olsun veya sıradan bir insan, şunu anlayamadı; Saf aklın gelişmesi demek zaten insanların robotlaşması demektir.

'İnsanın doğası saf aklının doğasıdır' diye ortaya attığım önerme eğer gerçeği yansıtacaksa, insanın doğal gelişimi de zaten onun robotlaşması anlamındadır da. Bunun a-priori kanıtları saf akıldan çıkar ve onlara ulaşmak için daha çok düşünmemiz gerekir. Ama a-posteriori kanıtları belirlenimleri kör etmemiş gözler için ortadadır. Toplumsal olarak nerde olursa olsun, insan olgusu içerisindeki gelişmeler her zaman stabil bir seyir ile seyreder. Tarih dinamik değil, oldukça belirli ve belirlenmiştir. Aşamalar ve evreler de. Gelişim ise sadece bunlar içerisindeki seyirdir. Bu aşamaların ve evrelerin kendi içerisinde stabil olması gerekmez. Buradaki gelişim olgusunun kendisindeki stabilliktir önemli olan. Aynı saf akıldaki gibi. Hiçbir toplum, postmodern diye tabir edilen döneme, kapitalist ekonominin dönüşüm süreçlerini yaşayamadan giremez. Ve hiçbir toplum da bilgi toplumu diye tabir edilen seviyeye çıkmadan ilerleme kaydedemez. Aynı şekilde, sanayi toplum seviyesine de. Yani başka bir alternatif, üçüncü bir imkan yoktur. Kapitalizm aşamasına geçilemeden gelişmenin imkanı yoktur. Tabiki bu belirlenim yasaları ve toplum için geçerlidir. Saf aklın bundan bir bağımsızlığı vardır. Ama bunun önemi sadece olgusal olaraktır, pratik bir karşılığı yoktur.

Oysaki, toplumların gelenek görenekleri, yaşayışları,  kültürleri, dilleri, dinleri çok farklı yapılar gösterebilir. Ama anlaşılamayan şey bunların hiçbir anlamı olmaması, kültürde de dinde de gösterilen ilerlemeler ne tarihsel ne de olgusal anlamda bir ilerlemedir. Sadece dilin zayıflığı ve pratik aklın kusurlarından ortaya çıkan bir gösterimdir. Bunun için tarihsel ilerleme pratik aklın ilerleyişidir, ve bu da kaçınılmaz olarak toplumsal her olguyu zayıflatır. Yönü de sabit ve stabildir. Buradaki stabilite olgunun bütününde, ki zatan içsel yönelimlerde farklı devinimler gözlemlenebilinir ama bunun da hiçbir önemi yok.

Bu anlatımlarda hep dilsel problemler var, en azından benim açımdan. Örneğin, ben duygulanımlardan bahsedeceğim bölümde ki, bu bölümü açıklayabilmek için daha çok uğraşmam gerekecek ki, yine bu felsefe içerisinde tamamen ayrı bir bölümün uğraş alanı olacaktır. Örneğin, insanın hayatında ortaya çıkan kendilerinin duygu dedikleri şeyler, dilsel bir bütünlüğe girer ve anlam kazanır, oysa onların saf aklın dilinde ayrı bir tarifi vardır. İkincisi, her duygulanım gibi görünen şeyler bir belirlenim olmak zorunda değildir. Örneğin, insanın hakikati arama sevdası bir duygu olarak görülebilir ama bu saf aklın hareketidir. Yani bazı şeylerin anlamı toplumsal bir dilde karşılık bulmaz ve dil ile anlatmak oldukça zordur. Yani, bazı duygu gibi görünen şeyler saf aklın hareketi olabilir.

Bu yüzden, dilde insanın robotlaştığı yani duygusuzlaştığı ve manevi değerlerden uzaklaştığı diye anlatılan şeyler, aslında insanların kendilerinden uzaklaşması değil, aksine kendilerine yönelmelerinden başka bir şey değildir. Aslında toplumsal bir bütünlük içerisinde yaşayan insan gerçek anlamda bir robottur. Nitekim, bizim yaşadığımız düzende gördüğümüz robotlaşma türü de saf aklın bir gerçekleşmesinden ziyade, bir duygudan çıkıp başka bir duyguya esaret olma, bir duygunun diğerine baskın çıkması daha doğrusu bencil duyguların toplumsal duygulara baskın çıkması türünden bir şeydir. Ama bu bile insanın tarihsel yönelimindeki bir aşama, saf akla giden bir yolun göstergesidir. Çünkü, pozitif anlamda varolmasa da, gelişen toplumlarda negatif bir anlamda kazanç sağlar. Mitsel, inançsal yani toplumsal belirlenimden uzaklaşma ve bireysel belirlenimlere yaklaşma anlamında.