19 Nisan 2016 Salı

Kapitalist Sistemde Üretimin Yeniden Üretimi Üzerine


Üretimin neliğinin, koşullarının anlaşılması için, öncelikle başlangıçta şu sorunun sorulması gerekiyor: Sosyolojik açıdan bakıldığında toplum nedir?

Ama ondan bahsetmeden önce, bir noktayı aydınlatmak gerekiyor. Klasik felsefenin başlangıcından itibaren ele alınan sorunsallarda temel olarak iki ayrım gözetilmiştir. Bunlar; madde ve ruh(idea) ayrımıdır. Kant ile beraber, klasik felsefenin bu ayrımına ilk defa devrim niteliğinde bir aracısız eklenme getirildi. Bu ayrıma bir ara form; ne maddenin görüneni ne de ideanın düşünüleni, ne görünüş ne de öz, bu bir ara form olarak düşünülebilinir, ama yepyeni bir formdur. İşte bu form; maddenin beliren formudur, artık ne düşüncedeki öze ne de maddedeki görünüşe bağımlı olmak zorunda değildir. Artık belirenin, özle karşılaştırılmasına gerek yoktur, beliren nasıl beliriyorsa öyledir. İşte fenomenolojinin burada kısaca bahsedilen bu özelliği, klasik marksizmi yeniden yapılandıran temel argümanlardan birisi olmuş ve onun salt yapısal katılığını tekrar düzenliyerek yeni bir sosyolojik temele oturtmuştur.

Immanuel Kant

Marksist teoriyle işe başlarsak toplum; üretim alanıyla, ideolojik alanın karşılıklı etkileşim ve dönüşümü ile oluşur. Ancak üretim alanı son belirleyicidir ve ideolojik alanın etkisi bir belirlenmiş belirleyici düzeyindedir. Ekonomi alanı; üretim ve onun dönüştürülmesi, yeniden üretim süreci, ideolojik alan ise hukuk, devlet ile onun ilgili araçları ve çeşitli ideolojileridir (ahlak,din,vb). Neo-marksizmin erken kuramcılarından olan Gramsci; ideolojinin, ekonomi politiğin sadece bir uzantısı olmadığını, kendisinin ayrı bir bağımsız bir ara form seviyesine ulaştığını ve sadece toplumsal ilişkilerin değil aynı zamanda ideolojinin de dönüştürülmesi gerektiğini fark etmiştir.

Artık o zaman kapitalist sistemde üretim ve onun koşullarına odaklanılabilinir. İlk olarak bu temel tez söylenmeli; üretimin nihai koşulu, üretim araçlarının yeniden üretimidir. Kapitalist sistemde, üretim süreçlerinin toplum tarafından fark edilememesi; yani üretici güçler sömürülürken, sömürülen emeğin bunu algılayamamasının en temel sebebi, kapitalist sistemde, üretimin yeniden üretim aşamalarının bilincinin, sürekli ideoloji tarafından baskı altında tutulmasıdır. Birincisi; kapitalist sistem emeği, üretim temelinde dönüştürürken (sömürürken) salt üretime odaklanılmasını sağlamak yoluyla, ikincisi emek pratiğinin görüş açısını; bunlar sürekli ve en temeli devlet ve onun özel okulları, basın-medya olmak üzere çeşitli kurumlar yoluyla pompalanan din, milliyetçilik, şovenizm ve liberalizm gibi ideolojik araçlar yoluyla baskılar. Çünkü kapitalist sistemde sermaye; her zaman kendi güvenliğini sağlamak ve bunun için doğal bir yönelimle üretimin üretici emeğini manüple etmek isteyecektir.

Şimdi Kapitalist sistemde, üretimin yeniden üretim aşamalarının tam olarak açıklanabilmesinde hiçbir engel kalmıyor. Ama bunu sağlamak için öncelikle bir ayrıma gidilmeli. Üretimin yeniden üretilmesi iki kategoride gerçekleşir. Bunlar; üretim koşullarının yeniden üretimi ve üretim ilişkilerinin yeniden üretimidir.

Antonio Gramsci

Üretim koşullarının yeniden üretiminin temel belirleneni emek gücüdür. Bu kategori salt maddi üretimin yeniden üretilmesi ile ilgilidir. Emek gücünün yeniden üretimi iki şekilde gerçekleşir. Birincisi; ücretler yoluyla emek sahibinin beslenme, barınma ihtiyaçlarının karşılanması ve ertesi gün yine işinin başına dönmesinin garantisinin sağlanması, ikincisi; emek gücüne yaşıyabileceği asgari koşullar sağlanarak, onun evlenip çocuk yapması ve yeni sömürülecek emek gücünün sirkülasyonunun sağlanmasıdır. Kapitalist sistem bunun için iş yerini değil, bizzat işyeri dışını ve eğitim birimi olan okulu seçer. Kapitalist sistemde okul; ne olduğu tam belli olmayan çelişkili hümanizm propagandalarıyla oluşturulmuş, ve ücretsiz olmasıyla her proleter gurubun yararlanmasını garanti altına almış, temel olarak düşünme yöntemlerinin değil, know-how (nasıl yapılacak) ile ilgili öğretim yapan ve sınıf egemenliğini meşrulaştıracak her türlü ideolojik dayatmanın yapıldığı mükemmel bir alandır.

Üretim ilişkilerinin yeniden üretimi ise, bizzat toplumun hiyerarşik düzeninden ve devletin egemen ideolojik tasarımlarını sunan aygıtlarında gerçekleşir. Bunun içerisindeki nihai amaç, sınıf egemenliğinin garanti altına alınması ve yeniden üretilmesidir. İşte bu noktada, klasik marksizmin yeniden yapılandırılması gerekmektedir. Althusser, üretim ilişkilerinin yeniden üretiminin devletin ideolojik aygıtlarında (hükümet, polis, mahkeme, hukuk, okul, basın-medya, kültürel ve dini kurumlar) gerçekleştiğini belirtir. Devletin bu ideolojik aygıtları hep aynı yöne yönelirler; üretimin yeniden üretim koşullarının garanti altına alınması. Bunlar; baskı aygıtlarında en sert müdahalelerden, yasak, sansür, atılma, engellenmeye kadar; ideolojik aygıtlarında ise bu; aşılanan milliyetçilik, ekonomizm (liberalizm), nefret duygusu, dine dayalı basit bir ahlakçılıktır.

Sonuç olarak söylenmesi gereken nokta şu; kapitalist sistemde ideoloji daha çok eğitim ile üretiliyor, feodal toplumda ise ideoloji; kendisinin daha basit bir formu olan din ile üretildi. Bunlar ise tek bir amaca yöneldi, egemen sınıfın aklı araçsallaştırarak çarpıtılmış sömürü düzeninin garanti altına alınıp güvende tutulması, bireyi baskı altına alıp, onu sadece bir üretim aracına indirgenmesi ve kendisi bu dünyadan göçüp gittiği zaman yerine yeni sömürülecek üretim araçlarının yetiştirilmesi, yani üretimin yeniden üretilmesi.

REFERANS

Althusser, Louis, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, çev. Yusul Alp ve Mahmut Özışık, İstanbul, İletişim Yayınları, 1989

Deleuze, Gilles, Kant Üzerine Dört Ders, çev. Ulus Baker, Ankara, Öteki Yayınevi, 2000




14 Nisan 2016 Perşembe

Özyönetim Kavramı Üzerine


Özyönetim kavramının iyi anlaşılabilmesi için onun üzerinden yapılan birincil tartışmalara değinmek gerekiyor. Çoğunlukla yapılan tartışmalar içerisinde özyönetim; işçilerin etkinlik sürecince, iş yeri kavramı içerisindeki yönetim ilişkileri, kâra katılma, ortaklaşa yönetim gibi konular üzerinden ele alınmakta bu ise, özyönetimi sadece ekonomik faktörlerin başa koşulduğu bir üretim alanına indirgemektedir. Oysaki özyönetim kavramı için bilinmesi gereken ilk ve temel nokta, onun sadece bir ekonomi formasyonu içerisindeki bir alanla sınırlı olmayıp, içerisinde toplumsal ve siyasal faktörlerin de bulunduğu bütüncül bir kavram olduğudur. Türkiye özelinde konuşmak gerekirse özyönetim için yapılan tartışmalarda, kavrama bir zaman içerisindeki koşullara göre veya belirli bir siyasi olgu üzerinden yaklaşıldığı görülmekte, bu da onun Rousseau'nun toplumsal sözleşmesine, Proudhon'un dayanışmacı sistem modeline kadar uzanan köklü tarihsel altyapısının anlaşılamamasına neden olduğu fark edilmektedir.

Özyönetim kavramıyla çokça ilgilenmiş olan Gurvitch'e göre özyönetim, insanların bütün toplum içerisinde, ekonomik ve siyasal faktörlerle beraber kendi yaşamları üzerinde egemenlik kazanmasıdır. Yoksa özyönetimin egemenliği, bir sınıftan alıp başka bir sınıfa vermek veya üretimde verimi artırmak gibi bir amacı yoktur.

Özyönetim bir katılmalı yönetim modelidir. Ancak katılma ve onun değişik formlarının varlığı özyönetimin oluşmasını tek başına sağlamaz. Çünkü katılma formları başlangıçta, Taylorcu yönetimin ortaya çıkardığı, işin basit parçalara bölünmesini gerektiren yönetim modellerinin oluşturduğu, işçiler arasındaki bıkkınlığın giderilmesi için ortaya atılmıştır. Bunun sonucunda ortaya çıkan yüksek işçi devri, verimsizlik, işe gelmeme gibi sorunların çözümü için, örneği Renault'a ait işletmelerde uygulamaya konulan işçilerin kâra katılması, ortaklaşa yönetim gibi yeni modellemeler ortaya çıkmıştır. Ancak buradaki temel amaç, işçilere sanki etkin ve özgün bir rol aldığını hissettirmek veya öyle göstermektir. İşçilerin yönetime katılmasına en çok karşı çıkanlar, yine işçilerin kâra katılmasını destekleyenler olmuştur. Ortaklaşa yönetim ise özel mülkiyet ile sınırlandırılmış bir alanı öngörmüş bu iki modelleme de temel amaç işçilerin işe bağlanması, sermaye sınıfı yanında kendilerinin aktif, katılmacı bir rolde olduğuna inandırılması olmuş ve işçiler bundan herhangi bir kâr getirisi sağlayamamışlardır.

Georges Gurvitch
Özyönetim içerisinde değerlendirilen konulardan birisi de işçi denetimidir. Ortaklaşa yönetim modelleri içerisinde ele alınsa da çalıştırılan - çalışan arasındaki kamulaştırılmış sınırı zorlayan bir model olmuştur. Örneğin, İtalya'daki Fiat işçileri üretimi durdurup, kendi saptadıkları yeni çalışma koşullarının kabul edilmesi halinde iş başı yapacaklarını deklare etmiş, işveren de bunu kabul etmek zorunda kalmıştır.Ancak, burada da işçilerin norm koyma işlevi sınırlı belirli koşullar altında gerçekleşmektedir. İşçi - işveren ayrımına ilişmemesi bakımından hala özyönetimin çok uzağında kalmıştır.

Özyönetim kavramı içerisinde ele alınan, ona en çok yaklaşabilen boyut olarak kooperatiflerden bahsedilmesi gerekmektedir. Kooperatifler, sadece sermaye sınıfının bir üretim faktörü olmadığını kanıtlayan yegane kuruluşlardır. Üyeleri; üretim, yönetim, kuruluş ve işleyişinde eşit haklara sahiptir. Kooperatifler, egemen ekonomik sistemin baskı politikalarından yılmayıp ne hükümetlerden ne de kapitalistlerden yardım almayıp, kaybolmadan varlığını sürdürüp günümüze kadar ulaşmıştır. Ancak, kooperatif sistem toplumun bütününde söz sahibi olmadığı sürece, yine özyönetimden bahsedilemeyecektir.

Marx'ın da üzerinde durduğu gibi, işçi sınıfının gerçekte bir vatanı yoktur. Ekonomik, siyasal faktörlerin toplum içerisinde eritilip sindirildiği, köklü tarihi ve birçok siyaset felsefecisi tarafından inşa edilip şekillenen özyönetim sistemi, günümüzde emek sınıfının kendi sınırlarının belirginliğini kaybettiğini iddia edenlerin dahi, insani hedefleri ve amaçlarını gözetmesi bakımından üzerinde durup düşünmesi gereken bir yönetim modelidir. 

Tüm bunların ışığında özyönetim; Bütün insanların, bütün işlerini doğrudan ve bütün düzeylerde kendi ellerine almalarına olanak verecek bir toplumsal yapılaşma sistemi olarak tanımlanabilir.

REFERANS

Cangızbay, Kadir, Sosyalizm ve Özyönetim-Reel Sosyalizmden Sosyalist Realiteye, Ütopya Yayınları, Ankara, 2003








7 Nisan 2016 Perşembe

Sosyal Psikolojide Psikanalitik Çalışmalar: Otoriteryen Kişilik Kuramı


Sosyoloji terminolojisinde toplum kavramında var olan, araştırma veya bilimsel çalışma tekniği sonucunda oluşturulan, genel olarak iki farklı bakış açısından bahsedilebilir. Bunlar; eylem - sistem dinamiklerinin karşıtlığını yansıtan bir dualizmdir. Sosyolojik açıdan bakıldığında iki zıt kutupun toplum bilimerinde temsil edildiği şekliyle yapısalcı-işlevselci ve fenomenolojik bakış açıları arasında bir köprü görevi görebilecek başlıca araştırmalardan birisi de Frankfurt Okulu ve onun en önemli temsilcisi olan Adorno'nun başını çektiği bir gurubun yapmış olduğu , otoritenin kişilik ve önyargılar üzerinde etkilerinin araştırıldığı, psikanalitik yöntemin kullanıldığı Otoriteryen Kişilik üzerine olan çalışmalarıdır.

Adorno'nun öncülüğünde oluşan bu gurup, otoriter kişiliğin başlıca üretim yerinin aile ve onun içinde şekillenen belli başlı kurallar ve yapılar olduğunu öne sürdü. Buna göre sert ama bir o kadar da tutarsız olan sıkı aile disiplini ve otoritesi, otoriteye kolayca boyun eğebilen ama kendi duygu ve düşüncelerini ifade etmekte ise bir o kadar yetersiz bireyler yetiştirmektedir. Bunun belli başlı sonuçlarından birincisi, çocuklarının kendilerini doğuştan yetersiz hissetmesi, ailesinin koyduğu standartlara ulaşabilme gayretiyle zamanla mazoşist hale gelmesidir. İkincisi ise çocukların idealleştirilmiş bir dünya ile kendi içinde bulunduğu kötü olan iki farklı dünya algılamasıdır. Bunun en önemli etkisi çocukların kendilerine ait genel ahlaki değerleri oluşturabilmesini zorlaştırması ve onun yerine gündelik koşullar içerisinde şekillenen bir ahlak anlayışı benimsemesidir. Üçüncüsü ise psikanalitik olarak çocuğun katı aile disiplinini içselleştirmesi ve bunun sonucunda cezalandırıcı bir bilinç geliştirmesidir. Ve bu kuramın en önemli ve son sonucu, bu otorite pratiklerine karşı çocuğun ifade edemiyeceği ve açığa çıkaramıyacağı bir nefret geliştirmesidir. Psikanalitik olarak bireyler bu gerilimi azaltmak için, nefretlerini kendilerinden küçük, zayıf gördükleri diş geçirebilecekleri diğer kişilere yöneltirler.

Theodor W. Adorno

Otoriteryen kişilik kuramının çıkış nesnesi ve açıklamaya çalıştığı olgu Almanya'da yükselen Nazi hareketleri ve onun toplum içerisinde nasıl üretildiği, yaygınlaştığı ve içselleştirildiğidir. Çalışma sonunda bulunan bulgular arasında, otoriter kişiliklerin sadece belli bir guruba değil kendisi dışında gördüğü tüm azınlık guruba karşı önyargılı oldukları vardır. Adorno ve arkadaşlarının temel hedefi Nazi ve benzeri hareketlerin toplumda nasıl üretildiğinin açıklanabilmesidir. Onlar bu sorunun cevabını toplumun geleneksel yapılarında aramışlardır. Birey, aile içerisinden elde ettiği otoriteryen kişiliği, yetişkinlik dönemlerinde de diğer otorite figürleri (öğretmenler, din adamları, politikacılar) aracılığıyla sürdürür. Araştırmacılar bu çalışmada otoriteryen kişiliği saptamaya yarayayan F ölçeği şeklinde dokuz unsur belirlemişlerdir. Bunlar genel olarak; 
  1. Gelenekçilik; Otoriteye sıkı bağlılık,
  2. Boyun Eğme; Ait olunan gurubun idealize edilmiş ideolojik yönlerine karşı boyun eğici tutum,
  3. Saldırganlık; Geleneksel değerlere karşı gelenleri cezalandırma eğilimi,
  4. Öznelci Bakış Karşıtlığı; Yaratıcı düşünmeye karşı olma,
  5. Boş inançlı kalıp yargılı olma; Kaderci düşünme eğilimi,
  6. Güç iddiası; Güçlü kişilerle özdeşleşme,
  7. Sinisizm; İnsanlara karşı genelleşmiş bir düşmanlık,
  8. Yansıtma; Dünyada olup bitenin vahşi ve tehlikeli olduğuna inanma,
  9. Cinsellik; Cinsel objelere karşı abartılı ilgi,
       Referans
Augostinos, M., Walker, I. & Donaghue,  Social
Cognition
. Sage, London, 2006