22 Mayıs 2016 Pazar

Dünya'da Özyönetim Denemeleri: Paris Komünü


XVIII. yy'dan itibaren, bir tüccar sınıfının yükselişi ile başlayan, endüstriyel devrim ve gelişim ile hızlanan, günümüzde teknoloji ve iletişim araçlarının gelişip, zaman ve uzam kavramlarının yok olmaya başlamasıyla  da küresel boyutlara varan, Batı yayılmacı kapitalizmi ve onun sermaye araçları; kendi içerisindeki bu dönüşümlerde, kendi sermaye birikimini tekelleştirmek ve arttırmak için, sadece kolonyalist sömürgeci hareketler ile gelişmekte olan II. ve III. Dünya ülkelerinde değil, kendi toplumları içerisinde de derin bir toplumsal eşitsizlik ve tabakalaşma yaratmıştı. Bunun sonucu olarak; başta, sosyalist hareketler batı içerisinde yükseldi, proleter mücadele kendi gerçek saflarına tam da burada yöneldi. İşte, toplumun kendi iç dinamiği içerisinden doğan, oluşumu, uygulamaları, yeri ile de Batı kapitalizmi ve bunun içerisindeki tüm sistemin araçlarına korku salan, ancak katliamlar ve saldırılarla bastırılabilinen Paris Komünü tüm özellikleriyle, bilinip anlaşılabilmesi gerekmektedir. Çünkü, Paris Komünü etki süreçleriyle, sadece kendi bölgesiyle sınırlanmamış, küresel etkiler göstermiştir. Batı'nın kapitalist sermaye araçlarının algılama özelliklerini değiştirmiş, sermaye sınıfının yaşadığı bu korku ve dehşet, kendilerinin sahip olduğu bir kısım ayrıcalıklarından vazgeçmesine neden olmuş, bu süreç sonunda Dünya üzerinde, bir çok ülkede yükselen sosyalizm korkusuyla ve bunu engellemek için, demokratik kurumlar geliştirilmiş, oy hakkı genelleştirilmiş, ayrıca yükselen sosyalizm işçilere bir çok çalışma ve sosyal hak kazandırmıştır. Ancak, tüm bunların kanlı savaş ve mücadeleler ile kazanıldığı hiçbir zaman unutulmamalıdır.

Paris Komünü kısa sürmüş, yapısı bakımından sınırlı bir alanda gerçekleşmiştir (etkileri küresel), ama Avrupa'nın tam ortasında Fransa'nın başkenti Paris'te gerçekleşmiştir. Kendi içerisinde sınırlıdır, ama parçasal değil örgütseldir. Ani gelişen, olağanüstü koşullar ile oluşmuş, belirli bir düşünce pratiğine karşı olumsuz bir negatiflik bağlamında tepkisellik göstermemiş ve bu yüzden yalnızca koşulların bir ürünü olarak kalmamış, var olan düzenle gerçekten bir karşıtlık taşımasına rağmen, bütünsel bir kurucu özellik göstermiştir.


Komünün Oluşumu, Gelişimi ve Yapısı;


1870 Fransa - Almanya savaşında Fransa yenilir. III. Napolyon Almanlara teslim olur. Bunun sonucunda Paris halkı ayaklanır. Ancak, kurulan ulusal hükümet de Almanlara karşı başarısız olur. Ağırlaşan yaşam koşulları işçi ve zanaatkârları olumsuz bir biçimde etkiler. Fransa Hükümeti belediye seçimlerini erteler, bu durum halkı daha da huzursuzlaştırır ve öfkelendirir. Ulusal Muhafız Taburları ve Halk komiteleri kurulur. Bunlar, doğrudan halk tarafından kurulmuştur, üyeleri işçi ve zanaatkârlardan oluşmaktadır. Komiteler ile merkezi hükümet arasında karşıtlık giderek yoğunlaşır. Komiteler, Ulusal Muhafız Merkez Komitesi adı altında birleşir. Merkez komitesi, Almanlara karşı savunma amacı ile işgal edilecek yerlerdeki topların işçi mahallelerine taşınmasını ister. Merkezi hükümet buna karşı çıkar. Hükümet birlikleri toplara el koymak üzere harekete geçer, oysaki bu toplar Paris halkının bağışları ile döktürülmüştür. Hükümetin toplara el koymak istemesi ile halk ayaklanır, hükümet birliklerindeki bazı askerler saf değiştirerek komiteye katılır. Ulusal Muhafızların harekete geçmesi ile hükümet Versailles'a kaçar. Böylece 72 gün sürecek, Batı burjuva sınıfını tir tir titretecek, halkın toplumsal bir bütünlük ile birleşip her türlü zor durumdan, kendi içerisindeki her türlü farklılıktan bağımsız olarak, organik bir gelişim süreciyle neler yapabileceğini gösterecek, Paris Komünü kurulmuş olur. Bundan büyük bir rahatsızlık duyan Batı'nın burjuva sınıfının, merkezi hükümet ve Almanya hükümeti aracılığıyla yaptığı saldırılarla 20 bin kişinin katledildiği komün sonunda kanlı bir şekilde bastırılır.

Paris Komünü'nün  işleyişi ile ilgili söylenebilinecek en önemli özelliği, onun siyasi bir restorasyon amacı ile kurulmayıp bir hükümetin yerine, yeni bir hükümet olma amacı taşımamasıdır. Bunun sonucu olarak, kurulur kurulmaz önce basın özgürlüğü ve siyasi af ilan edilir, sıkıyönetim ve harp divanları kaldırılır. 85 üyeli komün meclisi kurulur. 30'dan fazla işçi olan bu mecliste ayrıca Proudhoncular ve Marksistler de çoğunluğu alacak şekilde yer bulurlar.


Öncelikle, komün için en önemli ölçüt organik bütünlüğe sahip toplumsal üretim ve yeniden üretim aşamalarıdır. Bu komünün, insan yaşamının yeniden üretimi olanağını temel prensip alması ve bu olanaklar gözetilerek özgürleşme yoluna gitmesidir. Örnek olarak komün, aileye baştan belirlenmiş bir üretim karşıtlığı tanımaz, yani üretim birimini sığ maddesel, yasal bir belirlenmişlik tanımı içerisinde oluşturmaz. Bunun sonucu olarak komün, tüm dul ve yetimlere meşru olan - olmayan farkı gözetmeksizin aylık bağlar ve evlilik dışı doğan tüm çocuklar komünün manevi evlatları kabul edilir.

İkinci olarak komün, özel mülkiyet üzerinde kaldırılması veya aynı şekilde devam etmesi yönünde bir düzenleme yapmaz. Ele aldığı tek ölçüt, insanın varoluş ve üretim aşamalarında ortaya çıkan baskı, sömürü ve tekelci anlayışların ortadan kaldırılması ve insani yaşam koşullarının sürdürülmesidir. Kira ödemeleri ertelenir, sokağa atılmış kiracılar isterlerse 3 ay süreyle eski yerlerine yerleşebilecektir. Komün, sahipleri tarafından terk edilmiş üretim birimleri (atölye,fabrikalar) açısından da benzer bir tutuma sahiptir. Burada söz konusu olan, basit bir içerik değişimi değil, mülkiyetin insanların yaşamına hipotek koyan bir kavram olmaktan çıkarılmasıdır. Fabrika ve atölyeler sahiplerinden alınıp devlet gibi soyut bir birime devredilmez. Bu işletmeler, içlerinde çalışan işçilere devredilir. Ancak, eski mülk sahiplerine bunların bedeli ödenecektir. İşçiler artık, kendi şeflerini kendisi seçecek, isterlerse onları görevden alabilecektir. Ayrıca, çalışma düzenlerini ve saatlerini de yine kendileri belirleyecektir. Komün ne bir sınıfı kutsamakta, ne de diğerini lanetlemektedir. Üretim araçlarının sahipleri konumunda bulunanlar cezalandırılmaz ancak, komün eski patronlara bir asker kaçağı gözüyle bakmaktadır. Çünkü, savaş koşullarında yerlerini terk etmişler ve halkın ihtiyaçlarının karşılanmasına ket vurmuşlardır. Üretim araçlarının mülkiyeti onlardan geri alınıp, işçilere devredilecek ama onlara mülklerinin bedeli ve tazminatları ödenecektir.

Komün, kullanım değeri - değişim değeri (para) açısından önemli bazı uygulamalarda bulunur. Örneğin, rehin bırakılmış bir eşya, öncelikli ihtiyaç niteliğindeyse hiçbir bedel ödenmeksizin sahiplerine geri verilir. Giysi, çamaşır, kitap, yatak örtüsü vb. eşyalar sahiplerine teslim edilir. Eğer eşya, insanı mevcut yaşam olanaklarından mahrum bırakacak nitelikteyse, kullanım değeri karşısında değişim değeri yok sayılır. Ancak, diğer nitelikteki eşyalar geri verilmez, durumları korunur. Ayrıca komün, ulusal eğitimi kilisenin tekelinden çıkarır, ancak yine bu işi kendi tekeline almaya girişmez. Eğitim kurumları, ilçe belediyelerinin sorumluluğuna verilir. Yine sanat kurumlarını, tiyatroları tekelleştirmez. Komün, imparatorluk bürokrasisini tasviye ederken, hiçbir zaman kendi bürokrasisini kurmak istemez. Seçmenler, seçtikleri kişileri her an görevden alma yetkisine sahiptirler. Bu görevlilerin maaşları, işçi maaşlarıyla eşitlenir. Burada yapılan, somut toplumsal varlık - siyasi birim farkının ortadan kaldırılmasıdır. Siyasetin ve ekonominin, toplumsal alan içerisinde eritilmesidir.

En başta ifade edildiği gibi Paris Komünü, sınırlı bir alanda, sınırlı bir sürede gerçekleşmiş olsa dahi, Batı kapitalizminin denetimlerine, her türlü araç ve propagandalarına, merkezi devletlerin unsurlarına karşı mücadele etmiş olup, toplum içerisinde her türlü farklılığın ne baştan homojen olarak kabul edildiği, ne sonradan uygulama ve faaliyetler ile genelleştirilip derinleştirildiği; sadece aynı amaç doğrultusunda, aynı yönde hareket etme gayesi çerçevesinde, dışardan dayatılmayan organik bir bütünlük süreciyle; düşünsel, niteliksel, statüsel kimlik ve farklılıkların eritilip, siyasalın toplumsal alan içerisinde emildiği yegane bir deneyimdir.

O zaman şimdi, tüm bunlardan başını kaldırıp etrafına bakan ve Türkiye manzarasını gören yazarın şu rahatsız edici soruları sorması gerekecektir. Türkiye'nin Doğusunda yaşanan, toplumsal eşitsizlik ve tutarsızlık ile beliren ve kendisini gösteren 'özyönetim' kelimesinin telaffuzu dahi, acaba Türkiye'deki Batı kapitalist sermayesinin taşıyıcısı konumunda bulunan, onların yerel bir burjuva sınıfı ile, tabiki onların bir hizmetkarı olucak merkezi devlet ve araçlarının karşılıklı bağımlılık ve uyum içerisinde yine onları rahatsız etmesinin, Türkiye'nin Doğusunun kan gölüne çevrilmesinin, yerel halkın sürgüne zorlanmasının acaba, Paris Komünü'ne yapılan saldırılar ve katliamlar ile düşünsel bir bağlantısı var mıdır? Acaba Paris Komünü'ne yapılan içten ve dıştan kara propagandalarının, bu günlerde kapitalist burjuvazinin tekelinde olan medyanın (zaten hep öyleydi ve öyle olmak zorunda) bu yaşanan katliamlar, sürgünler karşısında suspus olmasının bir bağlantısı var mıdır? Daha da genel soralım o zaman; tüm bu Paris Komünü aracılığıyla anlatılanların; acaba küresel kapitalizmin doruk noktalarına çıktığı, toplumsal gelir dağılımının yerle bir olduğu, halkın bankalar karşısında soyulup borçlandırıldığı, sözde halkın milletvekilleri tarafından her zaman olduğu gibi bunun güzel bir şekilde yasama yoluyla yürütüldüğü, çalışanların esnek üretim adı altında asgari ücretle taşeronlaştırılıp vardiyalı olarak sömürüldüğü, sermayedarlara her türlü yasal hak ve muafiyet tanınırken çalışanların her türlü sosyal hak ve güvencelerinin teker teker geri alındığı, basın yayının her alanda üç maymunu oynadığı, günlük bile yazamayacak kapasitede ve üsluba sahip sözde yazar görünümlü otlakçıların istihdam edildiği ve üstelik halkın etnik, mezhepsel, düşünsel farklılıkları üzerinden nefret duygularının körüklenmeye çalışıldığı bu süreçte, acaba yine bu medya kurumlarında sözde yapılan tartışmalarda birisinin ağzından 'sosyo' kelimesini kaçırmasıyla dahi, orada bulunan herkesin yüzlerinin düşmesinin, dehşete kapılmasının bir bağlantısı var mıdır? Bu sorular nasıl olsa bir şekilde yanıtlanır ama bilinmelidir ki gerçeklerin rahatsızlık verici bir özelliği vardır. Çünkü; gerçek olanın sınıf mücadelesi olduğu ortadadır.

REFERANS

Cangızbay, Kadir, Sosyalizm ve Özyönetim - Reel Sosyalizmden Sosyalist Realiteye, Ütopya Yayınları, Ankara, 2003

 


 

10 Mayıs 2016 Salı

Türkiye'de Muhafazakâr Din İdeolojisinin Yükselişi ve Sınıf Mücadelesi Üzerine


Türkiye'de son yıllarda daha belirgin bir şekilde gördüğümüz, özellikle alevlenen dine dayalı bir ideoloji politikası ile kısaca özetlenebilecek Yeni Türkiye anlayışının; tarihsel oluşum süreçleri, Dünya üzerinde giderek artan şekilde gelişen Neo-Liberal anlayış ve onun siyasi politika süreçleriyle ilişkisini, bunun uzantısı olan emperyal bir küresel kapitalist ekonomi ile oluşan sömürü düzeniyle girdiği karşılıklı uyumun koşulları ve bunların tümünün genel olarak aslında ne anlama geldiği burada açıklanacak, ama bunun için birbiriyle bağlantılı iki temel tez ortaya atılmalı ki, gerçeğin tüm çıplaklığının görülmesini engelleyen her türlü bulanık görüntü, onun fark edilmesini zorlaştıran tüm şatafatlı parlak manzaraların insanın gözünü kamaştıran yansımaları ortadan kaldırılsın.

En temel olarak birincisi, küresel kapitalist sistem; özel mülkiyete dayalı sermayesinin, mülksüz ücretli emeğin üretimini kendi lehine dönüştürüp (sömürüp), onun artı değerine (üretici güçlerin üretimde doğal olarak ortaya çıkan, emeğin beklenenden daha fazla üretimi) el koyarken koşulsuz ve ilk olarak, kendi yayılmacı düzeninin ve sermayesinin dolaşımına dayalı sisteminin güvenliğini sağlamak isteyecektir. Bu sürecin; en zararsız ve esnek gibi görünen eğitim, basın-yayın, medya, dini kurumlar vb. alanlarda işlenen sınıf egemenliğine dayalı sisteme saygı, itaat ve liberal-muhafazakar din ideolojisine dayalı çelişkili bir ahlakçılık olabileceği gibi, devletin bizzat kendi aygıtlarında yürütülen baskı, ihtar, sansürden; en sert ceza ve yaptırım gibi uygulamalara kadar devam ettiği daha önce burada detaylıca açıklanmıştı. Bunun daha iyi anlaşılabilmesi için bu temel tezin; küresel kapitalist sermayenin nüfuzunun, yayılma süreçlerinin, bağımlılık kuramlarıyla birlikte açıklanması gerekiyor.

Öncelikle; Dünya üzerinde, ekonomi temelinde belirlenmiş, iki bölgeli bir ayrım yapılabilir. Bunlar; başta ABD ve Avrupa'nın batısında yer alan, kapitalizmin meta üretiminin geliştiği ve yaygınlaştığı Batı küresel kapitalist devletleri ile Türkiye başta olmak üzere Orta Doğu, Güney Amerika ve Orta Asya ile Asya'nın doğusunda yer alan, kapitalist sermaye için pazar konumunda bulunan gelişmekte olan ülkelerdir. Batının küresel kapitalist devletleri, her zaman kendi ürünlerini rahat pazarlayabileceği liberal ekonomi ile düzenlenmiş zayıf bir pazar ihtiyacı duyacaklardır. Sanayileşmiş kapitalist ülkelere bir çok hammadde gönderen ve onların kendi ürünlerinin rahatça pazarlandığı, kendi üretici emeğinin bu gelişmiş kapitalist ülkeler tarafından serbestçe dönüştürülüp sömürüldüğü, onlara büyük bir yatırım ve kâr alanlarının sağlandığı Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler onlar için vazgeçilmez bir hinterland dayanağı olmaktadır. Marksist kuramcılardan olan Rosa Luxemburg, kapitalizmin kaçınılmaz olarak gereğinden fazla meta üretimi yaptığını, bunların kendi iç pazarlarında tüketilmesinin mümkün olmayacağını belirtmiş, bunun için gelişmiş kapitalist ülkelerin her zaman zayıf pazarlara ihtiyacı olduğunu söylemiştir. Bunun en önemli sonucu ise küresel bir süreç içerisinde, kapitalizmin bu uluslararası yayılımı ve sömürü düzeni en öncelikli temel bir ihtiyaç hissedecektir. Bu da, yukarıda bahsedilen yöntemler ile ideolojik olarak sağlanan, salt bir güvenlik ihtiyacından başka bir şey değildir.


Rosa Luxemburg

İkinci temel tezim; aydınlanma ile beraber gelen modernitenin batı dünyasındaki kazanımları, ki bu göreceli olarak değerlendirilebilinecek insan hakları ve özgürlükler ile ilgilidir, burjuva sınıfının feodal düzene karşı mücadelesinin sonucunda oluşmuş olsa da, kapitalist sistemin sömürü düzeninin, batının bu özgürlükçü kurumları ile beraber gelmesi, gelişmekte olan toplumlarda inanılmaz bir çelişkiyi de beraberinde getirmektedir. Bu çelişki, kapitalist üretim ilişkilerinin, gelişmekte olan ülkelerin toplumlarında yarattığı çarpık düzeninin, bu özgürlükçü ortam ile karşılıklı doğal bir uyumsuzluğunun sonucudur. Bunun sonucu olarak, kapitalist sömürü düzeninin başa koşulduğu bu gelişmekte olan toplumlarda, toplumsal sosyalist hareketlerinin yükseldiği, bizzat batının kapitalist ülkelerinde fark edilmiş, bunu baskılamak amacıyla yine bizzat o ülkeler tarafından; yeni düzenlemeler, finansal, kurumsal destekler ile gelişmekte olan toplumlarda milliyetçilik, liberalizm, din ideolojisi, baskı rejimleri, nefrete dayalı politik düzenin yükseltildiği görülmektedir.


Mutlak bir şekilde, kendi sermaye dolaşımında ideolojik bir güvenlik isteyen batının gelişmiş kapitalist ülkelerinin, nüfuz edeceği başta Türkiye olmak üzere gelişmekte olan toplumların özgürlükçü, insan haklarına önem veren anlayışlarının, kurumlarının artmasını destekleyeceğini, isteyeceğini düşünmenin yanılgılarla dolu iyimser bir şaşkınlık olduğu ortadadır. Bunun tarihsel olarak bakıldığında en tipik örneği, Türkiye'dir. Tanzimat dönemiyle başlayan, batının kurumlarının, kültürünün, anlayışlarının gelme süreci ve Cumhuriyet dönemiyle hızlanan bu batıcılık hareketinin göreceli bir özgürlük anlayışının doğurduğu sonuç, kaçınılmaz olarak 1960-1980 arası kitlesel sosyalist halk hareketleri ile batının sömürü düzeninin tehdit edilmesiydi. Çünkü bu özgürlükçü kurumlar ithal edilirken, kapitalizmin emeği sömüren üretim ilişkileri de aynı şekilde siyasi olarak politikalaştırılıyordu. Bu iki uygulamanın birbirleriyle kaçınılmaz olarak çelişkiye düştüğü ve bu çelişkinin baskılanmasının ise sadece milliyetçi, liberal bir din ideolojisi ile nefrete bağlı toplumsal gerilimlere dayalı bir politik süreçle sağlanabileceği ortadaydı.


Bunun yine en tipik örneği ve haklılığının gösterimi; AKP iktidarı ile hızlandırılan muhafazakar bir din ideolojisi kisvesi altında uygulanan, dayatılan sansür ve baskının yoğun görüldüğü ama batının Neo-Liberal kapitalist ekonomiye dayalı sömürü düzeninin araçlarının ise sınırsız bir şekilde uygulanıp yaygınlaştırılmasının devam ettiği politika yapım süreçlerinden bu günlerde anlaşılabiliniyor. Bunun ise, bir proje olarak başta ABD olmak üzere Batı ülkeleri tarafından sunulduğu kolayca fark edilebiliniyor. 1970'lerden itibaren dünyada uygulanan Neo-Liberal politikaların, diğer gelişmekte olan ülkelerde olduğu gibi, Türkiye üzerinde de gelir dağılımındaki eşitsizlikleri körüklediği, işçilerin sosyalizm ile beraber kazandığı hakların geri alındığı, taşeronlaşma ve kıdem tazminatlarını tartışmaya açtığı görülmektedir. Toplum üzerindeki bu çelişkili, sömürüye dayalı düzenin görülmesinin engellenmesi için; toplumsal nefretin körüklendiği, sermayenin dolaşımının adaletsizliğinin terör adı altında baskılanmaya çalışıldığı, hatta bu nefretin kendi iktidar güçlerinin içinde dahi oluştuğu fark edilmektedir. Çünkü, bu çelişkili toplum düzeni her zaman bir çatışma ortamı isteyecektir. Diğer toplumsal guruplar, partiler, düşünce akımları tasviye edildiği zaman, zayıflayan nefretin bir şekilde yeniden körüklenmesi gerekecektir.

Ama unutulmamalıdır ki, kapitalist sömürü düzeninin oluşturduğu bu çelişkili toplum yapısının sınıflı sonucu baskılansa dahi yok edilemez. Çünkü bu, kapitalizmin doğal üretim süreçlerinin kaçınılmaz sonucudur. Bunun tek anlamı, sınıf mücadelesinin toplum içerisinde muhakkak varlığının devam edeceğidir. Çünkü tek gerçek sınıf mücadelesidir.