4 Şubat 2019 Pazartesi

Doğa Yasalarına Giriş ve Toplumsal Alanın Reddi Üzerine XIII


VI

Eğer bir Tanrı olsaydım dahi yokluk karşısında çaresiz kalırdım.

Bir önceki yazımda; duygulanımların düşük varoluş derecelerinde bulunduğu, çünkü duygulanımların ancak bir niteliğin niteliği yani ilineğin ilineği olarak varolabileceği, oluşabilmesi için koşulların çokluğu, varlığını sürdürebilmesi için uyarıcının kesintisiz uyarısını (algısını) gerektirmesi, kendisini koruma mekanizmasındaki zayıflık nedeniyle kolayca ortadan kalkabilmesi ve tam da bu nedenle kolayca geri gelebilmesi; yasa olarak işleyememesi hatta yasa özelliğinin bulanık ve kararsız yapısında sadece gözlenebilmesi, ancak bunun varolan her şey gibi onun da doğa yasalarının ilkeleriyle işlemek zorunda olduğu veya bunun ayrı bir varoluş olarak tanımlanabilineceği anlamına gelmediği, çünkü doğa yasaları dışında ayrı bir varlık alanının tanımlanmasının imkansızlığı, aksi halde bunun bilimsel alanın dışına çıkılması anlamına geleceği, tıpkı ruhun da zihin alanında tasarlanması gerektiği gibi; duygulanımların döngüsel devinmesi; tıpkı tek renk algısı olan bir canlı için renk niteliğinin olamayacağı gibi, tek bir duygu formunun da bir duygu olamayacağı, bunun için duygulanımların sadece karşıtlıkları üzerinden varolabildiği; bir çok farklı formda işleyen bütün duygulanımların sevgi ve nefret zıtlığı üzerine indirgenebilineceği, ancak bunun - ile + gibi değil aynı şeyin bir zıtlığı olduğu, bunun için bu iki kutbun tüm duygulanım formları için bir sınır olduğu; duygulanımların varoluş dereceleri için sonsuzluk tasarlanma imkanı olabilse de, ona hiçbir zaman özsel ve şiddetsel bir sonsuzluk yüklenemeyeceği, bunun için bir şeyi sevmekle çok sevmekle veya a uyarıcısını sevmekle b uyarıcısını sevmek arasında özsel hiçbir anlam olmadığı (şiddet ile ilgili çelişkili duran bu anlatımın bir önceki yazıdaki korunum yasasıyla birleştirilmesi gerekir; duygulanımlar şiddet derecesiyle farklılaşır ancak, bu farklılaşmanın kendisi korunum nedeniyle değişmez), sadece duygulanım formlarının etkilenim potansiyellerindeki farklılık nedeniyle farklı doğa yasalarına göndermede bulunacağı ve bunların insan için farklı etkilenim potansiyellerinin olması bakımından bir ayırıcı içereceği; duygulanımların bir gelişim olarak asla değişmeyeceği, bunun için ilkel bir insanın bir objeye duyduğu sevgi ile günümüz modern insanının sevgisi arasında hiçbir fark olmadığı (bu inanç için de geçerlidir, inanç belirlenimsel alan içerisinde tanımlanmaya çalışılınacak), bunun duygulanımların sabit değişmeden kaldığı anlamına gelmeyeceği, aksine onun sürekli sınırlı bir alan içerisinde döngüsel devindiği ve değiştiği, değişim direncindeki zayıflığın diğer şeyler açısından oldukça yüksek olduğu, bu yüzden doğa yasaları ve onun tüm özellikleri anlamında gerçek bir varoluştan yoksun olduğu, doğada sadece insan türünün doğaya yüklediği bir anlamsal çarpıklıkla anlaşılabilineceği, yani insan dışında bir varoluş alanına sahip olmadığı; duygulanımların doğrudan bireysel olarak etkilenimde bulunmasının imkansızlığı, çünkü onun ancak ortak bir öznesel paylaşım alanında işleyebileceği (bunun nedeni varoluş dereceleriyle ilgilidir), yani onun doğrudan toplum içerisinde etkilenimde bulunacağı, bir ideolojinin bireye yönelemeyip sadece toplumsal bir forma yönelmesi gibi, ancak duygulanımların dolaylı olarak pratik aklın etkisiyle bireysel etkilenimde bulunacağı ve böylece etkilenim etkisinin zayıflayacağı, bunun da saf aklın bir gelişim aşaması olduğu, çünkü duygulanımların birey alanında her zaman daha zayıf olduğu daha önce unutup şimdi yaptığım eklemeler ve bir takım aklın yasalarından gelen ilkelerle birlikte açıklanmaya çalışılmıştı.

Doğa yasalarının devinimini açıklamak şimdilik oldukça zordur. Burada mantıksal problemler ortaya çıkmakta olduğu görülüyor. Hatırlanacağı gibi öncesinde; saf aklın bir devinim içermediği, buradaki devinimin pratik aklın sabit saf akla yönelimi olduğu söylenmişti. Hatta bazı yerlerde de, doğa yasalarının değişmeden kaldığı, yani devinmediği söylenmişti. Şimdi açıkça ortaya çıkıyor ki; devinim de varoluşta olduğu gibi tek bir anlamla, tek bir türle, tek bir dereceyle anlaşılmaması gerekir. Onu, duygulanım alanıyla bağlantı kurarak açıklamaya çalışmanın hatalı sonuçlara neden olacağı ortada. Çünkü; aralarında hiçbir özsel bağ olmayan şeyler, birbirleri üzerinden konumlandırılamaz. Burada da duygulanımlar, doğa yasalarına göre konumlandırılmadılar. Dikkatsiz okuyucu burada; duygulanımları doğa yasalarına göre hatta ona zıt olarak konumlandırdığımızı, ancak onların farklı bir varoluş alanı olarak tasarlanamayacağını söylediğimizi, bunun da mantıksal çelişki olduğunu rahatlıkla söyleyebilir. Aynı şekilde; doğa yasalarını stabil olarak tanımlayıp, insan aklının evrimsel ve çizgisel bir yönde devindiğini söyleyip, bunun da mantıksal çelişki olduğunu söyleyebileceği gibi. Ancak; doğru ve yanlış sınırlarıyla ölçeklenmiş ikili mantık sistemlerinin burada reddedildiğinin, saf aklın mantığının pratik aklın öykünme mantığından farklı olduğunun, insan mantığının hep doğayla uyumsuz olarak tasarlandığının, örneğin yanlış olana çelişki içerenin mutlak olarak doğru olacağı gibi bir ilkeden söz edilemeyeceğinin, çünkü doğada sonsuz doğru ve yanlış alanları tasarlanabilineceğinin, ancak gerçeğin sonsuzluğunun mümkün olamayacağının, matematiksel doğru olarak adlandırılan şeylerin gerçelik derecesinin yani kendi özünü temsil etme derecesinin kesinliği nedeniyle ikili bir şekilde ifade edilemeyeceğinin, yani sadece gerçeklik düzeyi olarak tasarlanabilineceğinin, bunun için gerçeklik derecesinin matematiksel bir aksiyom olduğunun ve mantığın da insanın matematiksel kavrayışının bir dili olduğunun, herhangi bir dilin pratik aklın işleyişi olduğu ve bunun için bulanık da olsa matematiksel bir örüntü olmadan hiçbir dilin varolamayacağının, buradaki tüm kavramlar arasındaki ilişkinin de ikili bir sınır içerisindeki bir dil mantığı olarak değil, matematiksel aksiyomatik bir ilişki olarak yorumlanması gerektiğinin tekrar hatırlatılması gerekiyor.

Bu hatırlatıldıktan sonra; doğa yasaları duygulanımlar ile karşıtlık kurularak ele alındığında veya devinim tek bir tür olarak görüldüğünde, doğa yasalarının; devinimsiz, değişmez ve stabil olduğu rahatlıkla söylenebilinir. Şimdi, elimizde kabul ettiğimiz ve en iyi anlayabileceğimiz tek bir doğa yasası var. Ve tüm bu önermeleri de, onun araçlarıyla kurmuştuk. Yani saf akıl. Bir şeyin kendisi doğa yasası olduğunda; onun işleyişinin, onun özellikleri olduğunu eklemiştik. Saf akıl tamamen etkin olduğunda, duygulanımların tamamen ortadan kalkacağını ve insanın doğasının olması gerektiği gibi robotlaşacağını belirtmiştik. Bunun da, üst insana karşılık geleceğini söyleyebiliriz. Saf aklın özelliği olarak; en önce ele alınması gerekenin, pratik akıl olduğunu da söyledik. İnsanın tarihinin pratik aklın tarihi olduğunu, saf aklın bir tarihi olmadığını çok önceden tespit ettik. Üst insanın zihinsel olarak hiçbir değişmeye uğramadan aynı kalacağını, burada hemen belirtebiliriz. İnsanın doğa yasasının devinimini de; pratik aklın, sabit olan saf akla yönelimi olduğunu tanımladık. Peki, saf akıl için ne dedik? Onun için hiçbir özsel tanım yapmadık, zaten yapmamız da imkansızdı. Çünkü; doğada ne böyle bir insan vardı, ne de bir doğa yasasını tamamen anlayabileceğimiz araçlar (belki bir balık olsaydık bilebilirdik bile dedik, ama insan olarak değil). Bilim ve felsefe tarihinin başından beri bilim insanları, doğa yasalarının özelliklerini tanımladılar ve hala tanımlıyorlar. Birçok farklı paradigmalar ve kuramlar oluşturuldu, onlar yıkıldı yerine yenileri geçti. Açıklamalar işler olduğu düzeylerde kaldığı sürece doğru kabul edildi, işleyemediği sürece yanlış. Burada kalıcı hiçbir özellik keşfedilemedi veya bilginin imkanı mümkün değildir gibi bir anlam çıkmasın. Tabi ki doğa yasalarının bazı özellikleri keşfedildi ve kalıcı hale getirildi; ama hiçbir zaman, doğa yasalarının kendilerinin ne olduğu keşfedilemedi. Bilim, nedenlerin bulunmasının imkansızlığını ne yazık ki kabul etti ve artık nasıllar keşfediliyor. İnsanlar daha çok biliyorlar, ama gün geçtikçe bilgiyi yorumlayacak araçlardan daha çok yoksun kalmaktalar. Burada tek bir şeyle başladık ki; eğer bir doğa yasası tamamen tanımlanacaksa, insan için bunun tek imkanı; saf akıldır. Varlığın ne olduğunun anlaşılabilinmesinin tek yolu insan için; önce kendi doğa yasasını keşfetmesidir.

Duygulanım gibi, pratik akıl açısından konuşulduğunda da tabi ki; doğa yasası değişmez, devinimsiz ve stabil olarak algılanacaktır. Tıpkı eski felsefecilerin Tanrı'yı; değişmez, bölünmez, ezeli ve ebedi olarak tanımladığı gibi. Ancak, pratik akıl doğa yasasına devinir. Saf akıl sabit kalsa da, ona yönelim vardır. Devinim yoktur; ancak mutlak anlamda değişmezlik de, stabilite de. Evren dinamiktir ve sürekli etkilenimler vardır. Devinmeyen şeyler vardır, ancak o şeye doğru devinimler de. Bu yüzden, mutlak anlamda değişmeme mümkün değildir. Bu yüzden pratik akıl açısından bakılırsa veya bir duygu formu açısından; Tanrı değişmezdir, kalıcıdır, nedendir, ezelidir, ebedidir veya doğa yasası; değişmezdir, stabildir, nedendir. Şimdi artık söylenmesi gerekiyor ki; varoluşun hiçbir çeşidinde mutlak anlamda bu özellikler bulunamaz. Varolan bir Tanrı olsa dahi. Bu sıfatların hepsi mutlak anlamda ele alınacak olursa sadece asli olana, yani yokluğa ait olabilir.