10 Aralık 2020 Perşembe

Yılmaz Öner'in Prodeterminizm Teorisi IV

 
IV - Olasılıkçı Evrim Teorisi ve Sonuç
 
Önceki bölümde Yılmaz Öner'in herhangi bir vuku olanağının ani gerçekleşme olasılığını veren ana diferansiyel denkleminin elde edilişini göstermiştik. Olasılığın ana denklemi şu şekildeydi;
 
Q / ∆T ≈ [ d(1 / H) / dT ]
 
Burada tekrar özetlersek: dT ifadesi; aktüel bir zaman anı içerisinde olmayan fakat fiili olarak gerçekleşmeye hazır bir enerji alternatifinin, aktüel zaman anına tutuklanma süresi yani virtüel bir zaman sapmasını ifade ediyordu. ∆T ifadesi; işte bu virtüel enerji alternatifinin, ona yabancı başka bir sistem içindeki ölçücü zaman aralığına tekabül ediyordu. Yani dT zaman aralığı, ölçülen sistemin içsel doğasındaki diferansiyel ve virtüel bir süre iken; ∆T zaman aralığı, vuku olasılığının ölçen sisteme ait gerçekleşmesinin beklendiği bir çok dT virtüel zaman aralığını içerebilecek aktüel bir zaman aralığına tekabül ediyordu. Buradaki dT kavramının imajiner bir kavram olduğu belirtilmelidir. Q ifadesi; ani gerçekleşme olanağının aktüel bu ∆T süresi boyunca fiili yaşamda vuku bulma olasılığını ifade ediyordu. d(1 / H) ifadesi; bir önceki bölümde detaylıca açıkladığımız Schrödinger enerji operatörüne ters etki eden anti dinamik enerji operatörü tarafından üretilen diferansiyel enerji artığıdır.
 
İşte Yılmaz Öner'in ana denklemi aktüel yaşamı, sonsuz enerji alternatiflerinden oluşan virtüel zamana bağlayan; makro evreni mikro evrenle birleştiren bir köprü görevi görmektedir. Yılmaz Öner prodeterminizm teorisini, kuanta teorisindeki indeterminizm sorununu çözebilmek için geliştirmiştir. Ancak bununla kalmamış ürettiği kavramlarla fizik ve felsefe dünyasına çığır açıcı yenilikler getirmiştir. Prodeterminizm canlıların dünyasına uygulandığında ise, birazdan açıklayacağım olasılıkçı yeni bir evrim teorisi ortaya çıkmaktadır. Ancak öncesinde; Yılmaz Öner'in fizik ve felsefe açısından devrimsel nitelikte olan virtüel gerçeklik ve virtüel zaman kavramlarının neden bu kadar önemli olduğuna değinmek istiyorum.
 
Felsefedeki mümkün varlık veya imkan kategorileri dahi varoluşun bu yönünü gerçekliğin diğer bir yüzü olarak tasarlamaktan uzaktır. Ayrıca klasik tarzdaki bu kategoriler, niceliksel olarak tanımlanamazlar. Çünkü; özdeşlik ilkesinin olasılıksal değerden başka bir şey olmadığını görmekten uzaktırlar. Ona hep metafiziksel aşkın bir anlam yüklerler. Bu nedenle tüm felsefe tarihi başarısızlıklarla doludur. Kendi anlam kategorileriyle varlığın kendi özsel değeri arasında bir sınır çekemezler. Numenlerin bilinemeyeceğini söyleyenler dahi bunun nedenini insanın subjektif algılarına bağlarlar. Oysa varlığın kendisinin ne olduğunun hiçbir zaman bilinememesinin nedeni; varlığın hiçbir zaman kendisi olamamasıdır. Varoluşta hep sabit ve mutlak kalan bir şey ararlar. Bunun uğruna Platon gibi; aktüel gerçekliği inkara kalkıp, ideal varlık tasarımları dahi yapılır. Oysa Yılmaz Öner'in de gösterdiği gibi ani gerçekliğin ortaya çıkma sebebi, aktüel varlığın kendi kendisiyle özdeşleşememesidir. Veya benim ifade ettiğim şekliyle varolmanın nedeni, hiçbir şeyin kendisi olamamasıdır. Özdeşlik ilkesi artık Yılmaz Öner ile beraber varlığın yaşar kalma olasılıksal değerine dönüşür. İşte bu bir devrimdir.
 
Bir başka devrim de fizikte, yani Yılmaz Öner'in zaman kavramına bakışıyla gerçekleşir. Klasik fizikte geçmiş ve gelecek, şimdiki an denen sonsuz küçük bir zaman anıyla ayrılmıştır ve bu an gözlemcinin hareketinden etkilenmez. Einstein izafiyet teorisiyle bu zaman anının gözlemcinin bulunduğu mesafeye bağlı olduğunu ortaya attı. Böylece şimdiki an; gözlemciye olay anından çıkan ışığın ulaştığı ve gözlemciden giden ışık sinyalinin olay anına ulaştığı iki karakteristik zaman aralığı olarak tanımlanır. Bu iki aralıkta gerçekleşen tüm olaylar gözlemci için aynı andadır. İşte burada temel bir problem var. Çünkü; şimdiki an kavramıyla, şimdiki zaman kavramı aynı şeymiş gibi kabul ediliyor. İşte Yılmaz Öner'e göre; Aristoteles'den beri insanlık tarihi, bu iki kavramı birbirinden ayırıp aksiyomatik bir tanımını yapamamıştır.
 
Einstein bile zamanın gerçek doğasını tam anlamıyla ifade edememiştir. İzafiyet teorisinin ele aldığı zaman, zamanın kendi içsel özelliğine göre akış veya ötelenme tutumu değildir. Çünkü zamanın akış veya ötelenme tutumunu bütün ilgi sistemleri için aynı olarak kabul eder. Zamanın ötelenme veya akış tutumu evet sistemden sisteme göre değişebilir, ancak hep zamanın kendi içsel doğasından bağımsız sistem dışı değişkenlere bağlı ölçülüş oranı söz konusudur. Einstein dahi genel olarak zaman kavramını ölçücü sistemin kendi aktüel zamanına, yani duvarda asılı duran saatin zamanına mahkum eder. İzafiyet teorisi dahi sistem içindeki ölçülen zaman, yani sistemin kendi içsel zamanının ötelenme temposu için herhangi bir yargı verebilecek durumda değildir. Daha doğrusu; böyle bir şeyin varlığını, yani virtüel zamanın varlığını tasarlayacak durumda dahi değildir. Zaman, sistemden sisteme değişen ölçülme tutumunun farklılığına uğrasa bile bu ölçen objeyi ilgilendirir; zamanın kendi ontolojik tutumunu değil. Bu nedenle Yılmaz Öner'e göre; izafiyet teorisindeki zamanın bağımsız bir değişken olarak alınışı yapmacık bir bağımsızlıktır.
 
Yılmaz Öner'in virtüel zaman kavramı, zamanın mikro her sistem içi değişkenlere göre farklı bir akış temposu olduğunu söyler. Ona göre zamanın akışı; mikro evrendeki her mikro ilgi sisteminin olgu haline geldiği, yani olaylaştığı vuku anlarının ilerleyişi veya ötelenmesidir. Ve bu ilerleyiş makro sistemlerde bir ve aynı olarak gözükse de, mikro sistemden başka bir mikro sisteme değişme gösterir. Bu nedenle zamanın gözlemciden bağımsız olarak kendine özgü bir akış ölçeği veya objektif bir temposu vardır. Bu tempo her sistemde farklıdır. Bu nedenle zaman kesinlikle mutlak değildir. Ancak gözlemciye mahkum da değildir. Böylelikle Yılmaz Öner; gerçekliğin üzerindeki özellikle kuanta teorisinin Kopenhag yorumuyla ortaya çıkan modern idealist zırvaları da yok ederek bir başka devrimi gerçekleştirmiş olur.
 
Prodeterminizm teorisi felsefe ve fizik alanında bir teori olsa da uygulama alanları iktisat, sosyoloji veya biyogenetiğe kadar yayılır. Örneğin; prodeterminizm açısından toplum da, fizikte yaptığı madde gibi birer olanaklar deposu olarak kabul edilir. Toplumsal ilerleyiş çizgisi, içerisindeki unsurların aksamazlık şiddetinde ortaya çıkan arızalarla evrile devrile diyalektik bir biçimde ilerler. Ancak biz burada, prodeterminizm teorisinin doğanın genel evrimsel ilerleyiş çizgisini açıklayan biyogenetik kısmıyla ilgilenip, bu devrimsel teoriyle ilgili açıklamalarımızı da bu konuyla sonlandıracağız.
 
Darwinci veya modern biyogenetik evrim teorisi; canlılık denen fenomeni, canlı bireylerin aritmetik toplamı olarak görür. Canlılığı bireyin kendisi ile eş tutar. Çevreyi sadece bireyi değiştirici kalite ölçüsünde varsayar. Yani çevre değiştirir, ayıklar, seleksiyon yapar. Ancak çevrenin kendisi değişmez, hep sabit kalır. Çevre, Darwinci teoride Tanrı gibi bir şeydir. Bireylerin ürün ve artıklarından hiç etkilenmez. Prodeterministik terminolojiyle söylersek; Darwinci evrimsel ilerleyişte çevrenin değişmeme olasılığı hep sabittir. Darwinci veya modern evrim bu nedenle tikel bir evrim öngörür. Yani Darwinistik evrim, çevrenin değişmeme olasılığını sabit kabul eder. Bireyin değişmezlik olasılığı ise monoton olarak artar. Yani (u) aksama şiddeti monoton olarak azalır. Bir enerji olanağının ani gerçekleşme olasılığını (1 / R)i olarak göstermiştik. Burada u aksama şiddeti; bu virtüel değerin, aktüel enerji değeri için alternatif bir ifadesidir. Yani ani gerçekleşme olasılığı arttıkça, u aksama şiddeti de aynı oranda artacaktır.*
 
Charles Darwin

Daha çok toplumsal evrimle ilgilenen Marksist evrim görüşü ise; Darwin'in çevre görüşüne zıt olarak, toplumu aktif ve dinamik olarak tasarlar. Toplumun evrimi böylece Marx'a göre; tikelin değil, toplumun bütününün evrimidir. Böylece (u) aksama şiddetinin matematiksel karşılığı olan P(u) değişmeme olasılığının kendisinin değiştiğini ileri sürer. Ancak Yılmaz Öner'e göre; Marx da tıpkı Darwin gibi tarihsel bir hataya düşerek, toplumun kalitesinin kalıcılığı olan P(u) değişmeme olasılığının monoton bir biçimde olmasa da gittikçe monotonlaşarak artacağını öne sürer. Yani aksama şiddeti (u) gittikçe azalmaktadır. Öyle ki kritik bir ihtilal yani komünist devrim (prodeterministik açıdan bir tür arıza) sonrasında bu değer sıfıra yaklaşacak evrim monotonlaşacaktır. Yani Marx; Darwin'in tikel için uyguladığı determinist monotonculuğu, tarihin daha ileriki dönemlerine erteleyerek tümel için sürdürmektedir. Sınıfsız toplumu Darwin'in evrensel bireyi gibi görür. Böylece Hegelci idealizmi bir şekilde yeniden üretmiş olur. Oysa Yılmaz Öner'e göre; evrimin ne bir başlangıç noktası, ne de bir nihai sonu vardır. Marx veya Darwin'in bunu saptayamamasının nedeni; pozitivizmin etkisi altında kalmaları ve onların olasılıklara dayanan genel bir deterministik teoriden yoksun olmalarıdır.
 
Yılmaz Öner'e göre ani gerçekleşme olasılığı; bütüne değil, onun tek tek olanaklarına aittir. Böylece ortak nitelik, bir tek olanak ile kendini açığa vurabilir. Bu bir enerji olabilir. O zaman ani gerçekleşme olanağı enerjinin miktarını verecektir. Veya bir tür arıza da olabilir. Buradaki ani gerçekleşme olasılığı ile (u) aksama şiddeti arasında matematiksel bir fark olmasa da, Yılmaz Öner'e göre aralarında genetik bir fark vardır. Şöyle ki;

Bir B1 potentiasını düşünelim. Bu potentiadan aktüelleşen U1 ürünleri (çıktıları), başka bir B2 potantiası için girdi sayılır ve onu oluşturur. Böylece (1 / R)i değeri, U1'lerin gerçekleşme olasılığı olarak B2 potentiasının oluşma düzeyini belirler. Öte yandan (u), oluşan B2 potentiasının aksama şiddeti olup sistemin arızalanma ölçeğidir. Kısacası bu iki olasılık değeri matematiksel olarak aynı anlamda olsa da; doğa içerisinde biri oluşturuculuk, diğeri de diyalektik olarak işlev görür. İşte bu iki değer evrimsel ilerleyişin yörüngesini çizmektedir. 
 
B1 potentiasının ürettiği aktüel U1 ürünleri, B2 sistemi için birer gerçekleşmeye hazır virtüel değerlerdir. İşte buradan aktüelleşen değerler de B3 potentiasını oluşturacaktır. B1 potentiası içindeki değerlerden ancak kendini yeniden üretebilenler B2 potentiasının malıdır artık. Bu nedenle B1 potentiası; tıpkı kendisini oluşturan bir önceki potentia gibi, hem kurucu hem de arıza çıkarıcı unsurları üretir. Yani tıpkı tüm varlığın kendisi gibi içten çelişkilidir. Çünkü burada aktüelleşemeyen ürünler, arıza çıkarıcı potansiyelini her zaman korurlar ve fiili olarak gerçekleşmeye her zaman hazırdırlar. Bir potentianın aksamazlık yeteneğine P, aksarlık yeteneğine Q dersek üretim ilişkilerinin aksarlık ölçüsü fonksiyonu; Q[A(B1)] = 1 - P[A(B1)] şeklindedir. Buradaki 1 değeri ideal aksamazlık durumudur. Hiçbir sistem bu değere ulaşamaz. Her sistem belirli bir işlerlik tavanının altında kalmak zorundadır. Bu, her sistemin maksimal bir aksamazlık düzeyi veya nominal oluşma olasılığıdır. Bu değerler arasındaki ilişki; Max P[A(B1)] < İdeal P[A(B1)] ≈ 1. Maksimal aksamazlık, ideal oluşma yeterliliğinden küçüktür ancak real oluşma olasılığından da büyük. O halde aralarındaki ilişkiyi şöyle yazarız:
 
0  <  P[A(B1)]  <  Max P[A(B1)]  <  İdeal P[A(B1)]  ≈  1
 
Klasik determinizm teorilerinde elemanların giderek öncesinden daha çok eklendiği potentiaların bu katılım artışı salt toplamsaldır. Bu potentiaların yeni üretim yasası yaratma olanakları ve eğilimleri yoktur. Bu nedenle, potentialar arasında herhangi bir farktan söz edilemez. Bunların aralarında herhangi bir tarihsellik yoktur. Oysa olasılıkçı evrimsel teoride her biyolojik mekanizma bir akar sistem olarak görülür. Yani salt toplamsal bir yığın olmayan birer olanaklar deposudur. Biyolojik dünya, bu olasılıksal alt dünya içerisinde her dalganın bir basamak (maksimal durum) olduğu bir dalgalanmalar merdivenidir. Her aşama başka bir potentiaya gebedir. İşte bu (u) şeklinde gösterdiğimiz aksama şiddetinin eğrisi, doğanın genel evrimsel çizgisini verir.**

Darwinci veya Marksist evrim teorisinin yetersizliği Yılmaz Öner'e göre; (u) aksama şiddeti eğrisinin tükenemezliğini kavrayamamış olmasındandır. Örneğin Darwinci teoride bireyler; çevre içinde onunla etkileşimi hep tek yönlü, ezilip büzülen, çeşitli kılıklara giren esnek elemanlardır. Ya esneyip uyum sağlayacaklar ya da kırılacaklardır. Marksist teori de bu aksama şiddetinin monotonlaşıp limit değerinden 0'a yaklaşacağı nihai sonu, biraz erteleyerek kurgusal bir ihtilalle yeniden sunuyor. Çünkü bu teoriler elemanların da çevreyi dönüştürdüğünü kavrayamıyor. Her eleman çevrenin kaynaklarını bölüşüp tükettikçe, yani virtüel değerler devreye girmeye başlayınca çevrenin değişmezlik yeteneğinin kendisi değişir. Bu nedenle Darwinci ve Marksist evrim teorileri; bu eğrinin dümdüz monoton azalan yürüyüşüyle belirli, aktüelleri hiç gerilemeden statik bir biçimde iktidarda tutan, katı tasfiyeci (seleksiyonist), hatta faşist bir evrim teorisi ortaya çıkarır. Bunun en temel sebebi; bu teorilerin virtüel gerçeklik dediğimiz gerçekliğin diğer bir yüzünü kavrayacak ontolojik kavrayıştan yoksun olmaları, yani ontolojik pozitivizmin etkisi altında kalmalarıdır. Oysa prodeterminizm teorisi; evrim boyunca üretilmiş faktörlerin hepsinin bir ve aynı anda aktüel, yani fonksiyonel kalamayacağını çok keskin bir biçimde sezmeyi başarır. Üstelik bu bir zaman süresi için değil, tüm bir ve aynı zaman anları için geçerlidir.
 
Prodeterminizmin evrim teorisinde; olanaklar deposu olarak tanımlanan gerçeklik boyunca fiziksel maddeden canlı bilinçsiz maddeye seyreden evrim gösteriyor ki, evrimsel ilerleyiş; potentia denen çevre mekanizmasının işleyişindeki (u) aksama şiddetinin dalga dalga gelişen, sürekli arızalarla ihtilallerle gerileyen, ancak her gerilemeden sonra daha keskin bir biçimde ilerleyen sonu gelmez yörüngesini izlemektedir. İşte bilinçli madde veya sosyal evrim de bu koridorun bir parçasıdır. 
 
Yukarda verdiğimiz örneğe dönecek olursak; B1 potentiasından çıkan U1 aktüel ürünlerinin reaksiyonları, B2 potentiasının fonksiyonunu yani U2 aktüel ürünlerini ortaya çıkarır. B2 potentiası; ürünlerinin kalitesini koruma yeteneği maksimal düzeyde kaldığı sürece, potentia olma durumunu korur. Ancak aksamazlık yeteneği P2 azalmaya başladığında, yani aksamalar ortaya çıktığında; B2 de tam bir potentia olmaktan çıkar. (u) aksama şiddeti maksimal düzeye çıkar ve ihtilal gerçekleşir. Bu durumda potentia eski üretim tarzıyla çalışamaz, ancak potentia mekanik bir sistem değildir. Bu nedenle duraklamaz. Artık potentiadaki diğer biyotik virtüel değerler devir almıştır. Yani ihtilal gerçekleşmiştir. Böylece sistem yeni U3 üretim tarzıyla çalışmaya başlar. Bu ürünler yine B2 olanaklar deposu içinden çıkmış olanlardır. Böylece aktüelleşen U3 enerji değerleri de; B3 olanaklar deposunu oluşturacak, evrimsel ilerleyiş bu şekilde sonsuza kadar devam edecektir. Bu evrimsel ilerleyiş canlıların biyogenetik dünyası için geçerlidir. İnsanın toplumsal yapısı ve toplumsal üretim mekanizmaları da bunun içindedir. Biyotik çevre ve sosyal çevrenin evrimsel ilerleyişi içiçedir ve birbirlerinden her zaman etkilenirler.***
 
Tıpkı eski ve köklü felsefi görüşler gibi, Darwinci veya Marksist evrim teorilerinin de mantıksal ve matematiksel yetersizliğini ancak prodeterministik yöntem ortaya çıkartabiliyor. Çünkü prodeterminizm insanlığın düşünce tarihinde daha önce görülmemiş; zaman enlemi, yaşar kalma olasılığı, virtüel gerçeklik gibi kavramlar ortaya çıkarıyor. Üstelik Yılmaz Öner; özdeşlik ilkesini metafiziksel bir ilke olmaktan kurtarıp, matematiksel olarak tanımlanabilen kendini aynen yeniden üretebilme olasılığı haline getiriyor. İşte bu olasılık; fizikteki entropi kavramını, yani enerjinin belli bir değerinin kendini aynen üretememe olasılığını temsil ediyor. İşte bu olasılık; ne kadar 0'a yaklaşsa da, hiçbir zaman 0'a ulaşamayacak hep dalgalanacaktır. Bu nedenle evren Max Planck'ın düşündüğünün tersine; sonunda enerjinin tükendiği ölüm noktasına ulaşamayacaktır.

Böylelikle Üstad Yılmaz Öner'in bu büyük teorisi ile ilgili açıklamalarımızı sonlandırıyoruz. Prodeterminizm teorisi; özellikle günümüz postmodern dünyasına başkaldıran, herşeyi açıklamaya çalışan kapsayıcı, bütüncül, matematiksel ve kendi içerisinde tutarlı bir teoridir. Herşeyi açıklamaya çalışan bir teori elbette bir takım hatalar içerebilir. Çünkü bir teori ne kadar çok şeyi açıklamaya çalışıyorsa, ne kadar cesursa, o kadar fazla yanılgıya düşme riski taşır.

Buradaki yazılarımızda Prodeterminizm teorisinin fizik ve felsefi olarak genel yapısı açıklandı ve burada da biyogenetiğe ilişkin uygulamalı kısa bir anlatımı sunuldu. Ancak bu teori kendi alanının sınırlarını aşar. İktisattan psikolojiye ve sosyolojiye kadar bir çok uygulama alanı vardır.

* Bu değerler tikel enerji olanakları için geçerlidir. Sistemin bir bütün olarak kendisi için değil.
 
** Buradaki (u) aksama şiddetinin eğrisinin grafiksel gösterimi ile bunun Darwinci ve Marksist evrim çizgileriyle karşılaştırılması ve bu teorilerin matematiksel ve mantıksal yetersizliğiyle ilgili daha fazla bilgi için; referans kısmında belirttiğim, Yılmaz Öner'in 'Canlıların Diyalektiği ve Yeni Evrim Teorisi' adlı kitabına bakılabilinir.

*** Ne yazık ki Yılmaz Öner gibi bir düşünür bile insanlığın en büyük yanılgısına düşüp; insanın sosyal çevresini ve toplumsal yapısı ile buradan üretilen inanç sistemlerini evrimin bir aşaması hatta ileriki bir aşaması olarak görüyor. Oysa bu yapı; yazılarımda açıkladığım şekliyle evrimsel ilerleyişteki Yılmaz Öner'in deyimiyle söylersek, bir tür arıza ve aksama durumunun kendisinden başka bir şey değildir. Bunun için bloğumdaki 'Doğa Yasalarına Giriş' adlı makalelerime bakılabilinir.
 
REFERANS
 
Werner Heisenberg, Fizik ve Felsefe, (çev) Yılmaz Öner, İstanbul, Belge Yayınları, 2000 
 
Yılmaz Öner, 'Zamanın Yapısallaştırılmasına İlişkin Felsefi Temeller ve Saat - Zamanın İvmelenmesi', Zaman Nasıl İçimizde Niçin Dışımızda, (der) Yılmaz Öner, İstanbul, Evrensel Basım Yayın, 1994
 
Yılmaz Öner, Canlıların Diyalektiği ve Yeni Evrim Teorisi, İstanbul, Gençlik Basımevi, 1978

26 Eylül 2020 Cumartesi

Doğa Yasalarına Giriş ve Toplumsal Alanın Reddi Üzerine XVIII

XI

2. Aksiyolojik Değerlendirme: Doğadaki Değişimin Bir Örneği Olarak Pratik Aklın Saf Akla Devinimi

Tüm insanlık tarihi pratik aklın saf akla devinimindeki çarpıklıkların tarihidir. Yani bu değişimde ortaya çıkan ve etkilerini dairesel yönlü devinimlerle gösteren bir tür arızanın tarihidir. Bu sonu gelmez çarpıklılar ve arızalar varoluşun koşulu olan değişimin, yani değişimin varoluştan önceliği ilkesinin sonucudur. Bu ilke, insanın yaşam alanı içerisinde değişim ilkesinin sonucu olarak ortaya çıkan direnç etkisi ile çeşitli dairesel sapmalarla kendini gösterir ki; işte bu, insanın duygulanımsal doğasından başka bir şey değildir. Bu doğa içerisinde insan, sürekli değişen objeler karşısında bir tür bağımlılık ilişkisi içerisindedir ki; bu ilişki sonucunda duyusal algılar sapmalara uğrayacaktır. Bu bağımlılık ilişkisi doğanın etkileşim ilkesi, yani her etkinin bir etkilenim gerektirmesi ilkesinin bir sonucudur ve bu bağımlılık hep karşılıklıdır. Bu ilke ile birlikte doğada ne bağımsız ne de mutlak bir varoluş alanı bulunabilir. Her şeyin birbirine bağımlı olduğu bu birliktelikte insan da kendi anlam dünyalarını kurar. Bu anlam dünyası ise hep doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin gibi ikili bir diyalektik birliktelik içerisinde ortaya çıkar. Çünkü dairesel devinimdeki çarpıklıklar dahi, pratik aklın saf akla devinim yönünün parçalarıdır. Bu ikililik duygulanım alanının iki temel unsuruna dayanır. Bu, insanın tüm duygulanımsal dünyasının da kaynağı olan ve diğer tüm duyguların ondan türediği sevgi ve nefret ikililiğinden başka bir şey değildir.

Pratik aklın devinimi, tıpkı doğadaki diğer tüm değişimler gibi hep karşılıklı bir bağımlılığı da sürekli yeniden üretir. Bu üretim ilişkisinde arıza da hep karşılıklıdır. Sistemdeki işte bu arıza, insanın duyusal algılarının ileriki safhaları olan yorum aşamasındaki sapmalarla fiziksel karşılığını bulacaktır. İşte insan duyusal algılarını, kendi çarpıklıkları olan duygulanım dünyası içerisinde bir çok farklı boyutta anlam dereceleri halinde aksamalara uğratır.* Bu aksamaların yoğunlaştığı en temel nokta, duygulanımların birincil ve ilksel fiziksel karşılığı olan insanın toplumsal yapısı ve onun üretim mekanizmalarından başka bir şey değildir. Duygulanımlar, insanın toplumsal yapısı ile fiziksel gerçekliğe kavuşurlar.

Bu toplumsallaşma yapısı, sadece ortak hareket etme veya basit bir örgütlenme biçimi değildir. Bu yapı, insan aklının tahakküm mekanizmalarını üretir ve onu baskı altına alır. Bu mekanizma içerisinde; insanın ideolojik yapısı, mitsel ve dinsel inanç sembolleri kısaca toplumsal inanç sistemleri, kültürel yapısı, toplumsal gelenek ve görenekleri ile bundan çokca etkilenerek oluşturulmuş hukuki normlar, hiyerarşik örgütlenme ve toplumsal tabakalaşma ile sınıfsal yapı bulunur. Bunlar duygulanımların en genel hatlarıyla ve en birincil etki mekanizmalarıdır. İnsan bu tip toplumsallaşma modeliyle diğer canlılardan ayrılır. Bilinen kadarı ile, insan dışında hiçbir canlı bu tipte bir örgütlenme biçimi oluşturamaz. Hiçbir canlı, insan türü gibi kendi türü içerisinde bu kadar çok farklılaşabilen bireyler üretemez. Bunu sağlayan şey, doğada insan türü dışında hiçbir varlık alanı bulamayan duygulanımlar olgusundan başka bir şey değildir. İnsanın kişisel yaşamında belki de çok basit bir şey olarak gördüğü sevgi ve nefret ikililiği aslında; tarihin akışını başlatan, devrimleri, savaşları, dinsel ve mitsel inançları, yıkımları, soykırımları, krizleri oluşturan; kökleri insanın nihai sonu olan saf aklın yükselişindeki, yani pratik aklın devinimindeki bir kusura dayanan oldukça karmaşık bir mekanizmadır.

Bu nedenledir ki ilk insan; en toplumsal insan ve en inançlı insandır. Bu inanç; iyi-kötü, güzel-çirkin gibi aslında oldukça yapay kutupsal eşiğin derinliğine dayanır. Oysaki aslında doğada ne iyi vardır ne de kötü. Ne doğru vardır ne de yanlış. İyi yoktur, çünkü kötü olmadığı için. Yanlış yoktur, çünkü doğru olmadığı için. Varlık sadece olasılıksal bir derecedir. Bu derece onun gerçekliği temsil edebilme yeteneğidir sadece, bunun dışında hiçbir nitel ayırıcı özellik içeremez. İnsan kendi özelliği olan pratik aklının devinim olgusundaki bağımlılık ilişkisiyle - ki doğa hiçbir zaman tam değildir ve hep bir bağımlılık ilişkisi içindedir ve zaten bunun için değişir ve bunun için vardır - doğayı da çarpık bir biçimde yorumlayacaktır. Bunun içindir ki toplumsal yaşamda hep bir adalet özlemi içindedir. Yaşamında hep adaleti arar. Oysa, ne toplumsal yaşamda ne de doğanın kendisinde adalet yoktur. Çünkü adaletsizlik diye bir şey yoktur. Bunun içindir ki, adaletin varolabilmesi için önce adaletsizlik gerekir. Sevginin varolabilmesi için nefret gerekir. Bu yüzden nefretin yok edilmesi için, önce sevginin yok edilmesi gerekir. İnsanın adalet diye aradığı şey gerçekte, varoluşun olasılıksal değerlerinin sonsuzluğudur. İşte adalet bu sonsuzluk içerisinde gerçekleşir.

İyi-kötü gibi veya güzel-çirkin gibi işte bu insanın anlam dünyasında ortaya çıkan tüm ikililikler, duygulanımlardaki temel iki duygu formu olan sevgi ve nefret ikililiğine dayanır. Nitekim pratik aklın devinimi nasıl kendi kusurlarını ortaya çıkarıyorsa, sistemdeki bu devinim süreci yine bu kusurları ortadan kaldıracak mekanizmaları da üretecektir. İnsanın pratik aklı kanımca iki temel olgu ile etki gösterir. Bunlar; ekonomi ve sanattır. Bu kavramlar pratik aklı tanımlayan veya onun parçaları olan şeyler değil, onun işleyişi sonucunda ortaya çıkan ürünlerdir. Nitekim pratik akıl veya saf akıl dediğimiz kavramlar fiziksel büyüklükler değil, aksine metafiziksel kavramlardır. Biz bu kavramların ürünlerini sadece ölçebiliriz, kavramların kendisini değil. Örneğin bir insanın sadece zekası ölçülebilir, aklı ölçülemez. Çünkü zeka, aklı kullanma yeteneği veya derecesidir. Akıl ise insanın özsel varoluş derecesidir, yani onun bir özelliğidir ve tüm insanlarda ortaktır. Yani metafiziksel bir derecedir. İnsanlar ancak zeka, yani aklı kullanabilme yeteneğiyle diğerlerinden ayrılabilinir. Ancak biz örneğin; pratik aklın ürünlerini ölçerek, pratik aklın kendisini de bir bütün olarak anlama ve ölçme imkanı buluyoruz. Aynı şekilde; bir bütün olarak aklın ürünleri ölçüldüğünde, aklın kendisi de bir nebze ölçülmüş olacaktır.

Sevgi ve nefret ikililiği içerisinde bir çok ara duygu formları oluşur. Bu ara formlar, bu iki zıtlığa bağımlı olarak işler. Yani tek başına ne sevgi, ne de nefret insan yaşamına etki edemez. Ara formlar bu ikililik içerisinde bir denge mekanizması kurar. Örneğin kıskançlık bir ara duygu formudur. Kıskançlık, sevgi ana duygusunun bir sonucudur. Yani sevgi sonucunda ortaya çıkar. Aynı zamanda kıskançlık, nefret ana duygusunun da nedenidir. Yani kıskançlık ara duygu formu, nefret ana duygusuna kaynaklık eder. Bu nedenle sevgi-nefret ana duyguları birbirlerini besleme mekanizmasına sahiptir. Başka bir örnek olarak korku ara duygu formunu ele alalım. Ancak korku olgusu, diğer canlılarda görüldüğü gibi doğal bir tepkisel davranış olarak da ortaya çıkabilir. Eğer korku olgusu anlık ortaya çıkıyorsa ve etken ortadan kalktığında hemen sonlanabiliyorsa doğal bir tepkisel davranıştır. Ancak süreklilik gösteriyorsa ve vücutta anlık fiziksel değişimler oluşturmuyorsa** bir duygu formudur. Bu kavramı ekonomistlerin enflasyonu açıklarken kullandığı teknikle açıklayabiliriz. Örneğin; fiyat artışının enflasyon olarak kabul edilebilmesi için de, artışın anlık değil süreklilik göstermesi gerektiği kabul edilir.

Bir ara duygu formu olarak korku, nefretin sonucu olarak ortaya çıkabilir. Ama aynı zamanda sevgi ana duygusuyla iç içedir. Örneğin, sevgi beslenen objeye karşı aynı zamanda onu kaybetme korkusu gelişir. Bu korku aynı zamanda o objeye karşı bağımlılığı, yani yine nefreti tetikleyecektir. Buradaki nefret ise sevginin altındaki dayanak noktası veya güç olarak işler. Onu besleyen mekanizmaya dönüşür. Buradaki nefret olgusu şiddete genellikle dönüşmez. İnsanın normalde anlayamayacağı, hislerindeki derinliklerde yatar. Ancak bir önceki örnekdeki kıskançlık olgusunu eyleme döken nefrettir. Örneğin, karısına duyduğu kıskançlık sonucunda onu öldürmesi gibi. Korku örneğinde ise genelde eyleme neden olan sevgidir. Örneğin, çok sevilen bir objeyi kaybetmemek için her türlü fedakarlığı yapmak gibi. Burada potansiyel olarak nefret ana duygusu derinlerde, diğerinde ise sevgi.

İnsanın duygulanım alanlarının anlaşılması oldukça güçtür ve bunlar farklı kuvvetlerin etkisi altında kalabilir. Buradaki örneklerde verdiğim durumlar, toplumsal bir yapı içerisinde çok farklı anlamlara da bürünebilir. Bireysel alanda sevgi ana duygusuyla iç içe olan korku ara duygu formu, toplumsal yapı içerisinde nefret ana duygusuyla iç içe olabilir. Örneğin, bir tirana karşı nefret ve korku duygulanımlarıyla gelişen durumun sevgi ana duygusuna neden olması gibi. Bu da korkunun hayranlık olarak geri dönüşmesi anlamına gelecektir. Ancak bizi burada daha çok ilgilendiren şey, tüm duygulanım formlarının sevgi-nefret ana ikililiğine dayandığı ve bunların da diğer anlamlandırma ikililiklerine neden olduğudur.

İnsanlar duygu formlarını genellikle bireysel olarak algılarlar ve düşünürler. Buradaki örneklerde de genel olarak duygulanımların bireysel etkilenimleri üzerinde duruldu. Oysaki duygulanımlar, toplumsal yapı dışında varolamazlar ve toplumsallaşmanın da kaynağıdır. Yani toplum olgusu, pratik aklın deviniminde ortaya çıkan bir tür çarpıklık veya arızanın tarihidir. Duygulanımlar da ilk etkisini toplum olgusuyla gösterir. İlk ürünlerini onunla beraber verir. Duygulanımlar ile ortaya çıkan temel ikililik; insanın anlam dünyasında toplumsallaşmanın kaynağı olan diğer tüm iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış gibi ikililikleri üretir. İşte duygulanımlardaki bu ikililikler, diğer tüm toplum ve onun bireyselleşen ürünlerinin kaynağıdır.

Duygulanımlar; pratik aklın devinimindeki direnç etkisiyle ortaya çıkan etki ve tepki mekanizmalarının dairesel devinimi olarak işlediğinden, duygulanımların herhangi bir gelişim ve ilerleme göstermesi beklenemez. Örneğin, ilkel kabile dönemlerindeki insanın belirli bir objeye karşı duyduğu sevgi ve nefret ile modern insanın duyduğu sevgi ve nefret hisleri aynıdır. Hatta bu hisler sonucunda ortaya çıkan davranış kalıpları bile aynıdır. Duygulanımlar epistemolojik anlamda, bilgi yerine inanç olgusuyla işleyeceğinden; ilk insan ile modern insanda inanç, bir ihtiyaç olarak belirir ve bilginin yerine geçebilir. Duygulanımların insan zihnini çarpıttığı en temel yön; dairesel devinimde ortaya çıkan ve geçici olan duygulanım direncinin ortaya çıkardığı sevgi ve nefret ikililiği ile bundan kaynaklı diğer tüm ikililiklerin doğa içerisinde de kalıcı olarak varolduğu inancını ortaya çıkarmasıdır. Oysa doğa yasaları içerisinde karşıtlık mümkün değildir. Çünkü, doğada simetri yoktur. Olasılık dereceleri asla tekrar edemez ve bu değerler tam karşılıklarını üretemezler. Çünkü, bir olguya karşı sonsuz derece ters durum söz konusudur. Yani doğada bir olasılıksal gerçeklik derecesinin, karşıt sonsuz derecesi vardır.

Ancak, saf akla devinimin ilerideki aşamalarında hisler aynı olsa da onları uygulama yöntemleri gelişecektir. Aslında gelişen ve ilerleyen insan aklının zihinsel evrimidir. Duygulanımlar ise dairesel devinimle sürekli tekrar eder. Bu devinim, sevgi-nefret sınırları içerisinde kalmak zorundadır. Ancak duygulanımlar şiddet dereceleriyle farklılaşabilirler ki zaten bu, onun hareketinin temelini oluşturur. Bu derece farklılaşması kıskançlık örneğinde olduğu gibi; bu ara formun sevgi ana duygusundan sapıp, nefret derecesini arttırması ve bu durumun sevgi ana duygusunu potansiyel olarak yine yükseltmesi gibi. İşte kıskançlık bu şekilde devinim içerisinde farklı derecelere bürünebilir. Ancak hangi derecede olursa olsun, tarihin hangi döneminde gerçekleşirse gerçekleşsin; ortada bir duygu formu varsa etki ve tepki mekanizması aynı şekilde işler ve aynı sonuçları doğurur. Yani algılanan his, ister ilkel ister modern dönemlerde olsun her zaman aynıdır.

İnsanın pratik aklının devinimi, duygulanımları zayıflatacağından toplumsal yapıları da esnekleştirerek insanları bireyselleştirir. Bu süreç tamamen doğal ve insanın zorunlu yazgısıdır. Böylece pratik aklın devinimi de ikinci aşamasına geçer. Günümüz dünyası pratik aklın deviniminin ikinci aşamasını yaşamaktadır. Bu aşamada toplumsal kaynaklı duygulanım formları örneğin; dini inançlar, kültürel ve geleneksel hukuki yapılar, mitsel efsaneler, ideolojik söylemler ve semboller zayıflarken; bireysel duygulanım formları olan faydaya dayalı ahlak veya ahlaki yararcılık, seküler hukuki normlar, bencillik, aşk, haz ve tutku gibi formlar ve onların ürünleri yükselecektir. Yani temel duygulanım ikililiğinden üretilen temel toplumsal normlar, bu ikililiklerin zayıflamasıyla bireysel alanda daha zayıf formlarla yeniden üretilirler.

Örneğin, dinsel inançlar ekonomik ve teknolojik faktörlerdeki gelişmelerden yoğun şekilde etkilenir. Bunun en tipik örneği tarihte; liberal ekonomik modellerin gelişmesiyle katolik hristiyan inancına dayalı kilisenin zayıflaması, dinsel inançların ve ibadetlerin bireyselleşmesi, tanrı ve kul arasına kimsenin girmemesi gerektiğinin kabul edilmesi ve protestanlık mezhebinin yükselmesidir. Hristiyanlık dinindeki bu reform aslında diğer tüm dinleri de derinden etkilemiştir. Bu, pratik aklın deviniminde ortaya çıkan liberal ekonomik ve toplumsal anlayışların küresel etkileridir. Bu modellemeler geliştikçe, bunların etkisi farklı alanlarda da devam eder.

Bu etkilerin en önemli örneğini ahlaki alanda da verebiliriz. Örneğin; duygulanımların daha sert hüküm sürdüğü yapılarda ahlak daha toplumsal ve dinsel, yani kitlesel bir anlamda işler. Yani ahlak toplumsal normlara daha çok bağımlıdır ve onun sadece toplum içindeki davranışlarda bir anlamı vardır. Pratik aklın devinimi ile beraber insanın ahlaki yapısı da bireyselleşmiştir. Bunun tarihteki en tipik örneği, Kant’ın ahlak yasalarıdır. Böylece ahlak anlayışı, insan aklının gelişimiyle daha çok rasyonelleşmiştir. Bu aşamalar bir zincir etkisiyle diğerlerini tetikler. Örneğin, duygulanımların sert hüküm sürdüğü yapılarda aile kavramı daha geniş ve etkili bir mekanizma iken; duygulanımların bireyselleşmesiyle çekirdek aile kavramı daha çok önem kazanmış ve daha ileriki aşamalarda da genel olarak aile yapıları giderek daha çok zayıflamıştır. Saf akla yönelim ilerledikçe aile de ortadan kalkacaktır. Çünkü, sevgi ve nefret temel duygu ikililiği rasyonelleşme etkisiyle anlamını kaybetmektedir. Örneğin, sert duygulanım alanında sevginin daha çok sadakat olarak bir anlamı vardır. Sevgi bireyselleştikçe yerini, rasyonel etkinin daha çok tetiklediği bir alan olan haz kavramına bırakmaktadır. Bu gelişme ile birlikte; temel ikililik hacmi zayıflamakta, yani duygulanımlar zayıfladıkça üzerindeki maskeler düşmekte, sevgi ve nefret arasındaki boşluk daralmakta, yani sevgi ve nefret ikililiği anlamını kaybetmektedir. Sadakat olarak sevgi; nefret potansiyelini de daha az körükleyen aşk olarak bireysel sevgiye dönüşmektedir.

Zamanın çok ilerisindeki bir düşünür olan Platon, bunu çok erkenden görmüş ve ideal devlet anlayışında aile kavramına yer vermemişti. Platon gerçekten de tarihin en büyük düşünürlerinden birisidir. Bunu da duygulanımların ne kadar tehlikeli olduğunu ve insan yaşamındaki gerçek yıkımların, savaşların, düzensizliğin nedeni olduğunu fark etmesine borçludur. Bu nedenle ideal toplum anlayışında duygulanımların etkilerini yok edecek düzenlemeler yapmıştır.*** Bu doğrultuda da aile kavramını ortadan kaldırmak istemiştir. Ancak Platon, insanın en temel sorunu olan bu konuyu toplum içerisinde çözebileceğine inanmıştı. Oysa Platon gibi bir dehanın bile fark edemediği bir olgu vardır. Zaten insanın toplumsal yapısı duygulanımların sonucudur. Yani insan toplumsallaşmasının temel nedeni duygulanımlardır. Yani insan toplumsal bir varlık değildir. İnsan, devinimdeki bu geçici zayıflık nedeniyle toplumsallaşmıştır.

Günümüz dünyası pratik aklın bu ikinci aşamasını yaşamaktadır. Ve zamanla üçüncü aşamaya evrilmektedir. Bu ara aşamada insanlar makineleri ve yapay zekaları üretmektedir. Toplumsal yapıları zayıflamış; gelenek ve görenekleri, dinsel yapıları anlamını yitirmiş uygarlıklar güçlenerek hüküm sürmekte ve diğerlerini dönüştürmektedir. Böylelikle, insan aklını baskı altına alan gerçek tahakküm mekanizmaları ortadan kalkmaktadır. İşte bu, pratik aklın saf akla devinimidir. Bu ürettiği ürünler de aslında insanın gelmekte olan saf aklının müjdeleridir. İnsan aslında kendine yabancı olan bir şey üretmiyor. Kendi geleceğini üretiyor. Evet insan üçüncü aşamayla birlikte saf aklının zaferini yaşayacaktır. İnsan, ürettiği makinelere benzeyecektir.

İşte gerçek evrim bu değil mi? Sevmeyen, çünkü nefret etmeyen; adaleti aramayan, çünkü adaletsizliği üretmeyen; hiçbir şeye inanmayan, çünkü dinlerin ortadan kalktığı; insanların mutlak tek gerçekliğin yokluğun bu sonsuz potansiyelitesi olduğunu anladığı, inancın yerine bilginin geçtiği, üzüntü ve sevincin ortadan kalktığı bu dünya gerçek zafer değil mi? İşte Nietzsche’nin müjdelediği üst insan bu değil mi? İşte gerçek mutluluk, sevgi ve nefretin ortadan kalktığı bu geleceğin dünyası değil mi? Bu nedenle yaşamda insan dışındaki diğer canlılar mutluluğu yakalayabiliyorlar. İnsan ise sadece geçici mutluluklarla kendini tatmin edebiliyor. Örneğin, hayvanların doğadaki yaşamları gerçek mutluluğu temsil etmiyor mu? İnsanlar ise onları sevgi ve nefret ikililiğine sürüklemeyi beceriyor ve doğasını bozmayı başarabiliyor. Buna da evcilleştirme diyor.

Pratik aklın devinimi, yani insanın gerçek evrimi ile beraber toplumsal nitelikli ekonomik faaliyetler de günümüzde bireyselleşmektedir. Artık ekonomik faaliyetlerde belirleyici unsur ve karar mekanizması birey olmaktadır. Aynı şekilde, toplumsal yapıya dayalı ideolojik sanat anlayışları yerini daha bireysel sanat akımlarına bırakmaktadır. Pratik aklın deviniminin son aşamasında, piyasa mekanizması içerisindeki ürünler de tek tipleşecektir. Böylelikle saf aklın dünyasındaki ekonomide piyasalar; tek tip, tam anlamıyla şeffaf, rekabetin olmadığı bu nedenle reklam ihtiyacının ortadan kalktığı saf piyasalar haline gelecektir İnsan toplumsallaşmasının ortadan kalktığı bu yaşamda, ekonomik faaliyetlerin bu piyasası; iktisattaki hiçbir zaman gerçeklikte bulunamayan tam rekabet piyasalarına benzer. İşte bu ideal piyasa pratik aklın deviniminin son aşamasında gerçekleşecektir.

Günümüz piyasalardaki ürünler ise çoğunlukla insanların duygularının sömürüsüne dayanmaktadır. Çünkü nerde bir duygu formu varsa o, sömürülmeye muhtaçtır. İnsanlar özellikle kapitalist ekonomik sömürü içerisinde, ihtiyacı olmadığı ürünleri pazarlama yoluyla edinmeye teşvik edilmektedir. Diğer bir yandan da, insanların inançları tüketiminde öncü rol oynamaktadır. Çünkü inançlar da insan duygulanımlarının sonucudur. İnsan toplumsallaşmasının ortadan kalktığı bu yaşamda, ekonomik faaliyetlerin bu yapay piyasası yerini; saf aklın piyasalarına bırakacaktır.

Saf aklın gerçek zaferi; robotlaşmış, makineleşmiş, hissizleşmiş insanların saf ahlaki dünyasıdır. İşte insanın gerçek doğası budur. İşte bu yazılarım, bu dünyayı müjdelemekte ve bunun teorik çerçevesini çizmektedir. Böylelikle düşüncelerim gerçek doğasına kavuşmuş, sevgi ve nefret ikililiğini ve bu vesile ile de diğer tüm ikililiklerini yok etmiş insanlarla birlikte yaşayacaktır.

İnsanın duyusal algılarında yaşadığı bu duygusal sapmalar, aynı zamanda onun doğayı yorumlayabilme araçları üretmesini de sağlıyor. Ancak bu araçlar hep anlam dünyalarındaki bu çarpık ikililikle açığa çıkacaktır. Bu nedenle; güzel-çirkin, iyi-kötü, doğru-yanlış olarak yorumlanamayan sanatsal, ahlaki veya bilimsel bir olgu toplumsal insan için anlamsız olarak kalacaktır.

Nitekim ahlak ve bilim sanıldığı gibi pratik aklın değil, saf aklın ürünleridir. Ancak estetik, sanat ve ekonomi ise pratik aklın ürünleridir. Estetik ve sanat; güzel-çirkin, iyi-kötü ikililiğinden kurtulduğu zaman tek tipleşecek ve bu nedenle de ortadan kalkacaktır. Bu nedenle pratik akıl tamamlanınca, yani akıl-saf akıl özdeşliği kurulunca, insanın saf ahlaksal yönü ve saf bilimi kurulacak; iyi-kötü, doğru-yanlış ikililiği ortadan kalkacak, yani gerçek ahlak ve bilim ortaya çıkacak; piyasalar ve ürünleri tek tipleşecek, rekabet ortadan kalkacak, çünkü buna ihtiyaç kalmayacak; buna karşın, insanın toplumsal alandaki tüm faaliyetleri ve kurduğu tüm toplumsal yapılar ve inançları ile beraber sanatsal faaliyetleri ve estetiksel yönü de tamamen sonlanacaktır.

Böylelikle bu büyük çaptaki teorimi oluşturan makalelerimin giriş bölümünü tamamlayarak, başlangıçta söz verdiğim gibi; insanın toplumsal bir varlık olduğu yalanını ortaya çıkarıp, bununla ilgili üretilen tüm maskeleri parçalayarak; sevgi ve nefretin, iyi ve kötünün olmadığı geleceğin dünyasının insanlarına en büyük armağanımı sunmuş oluyorum.

* Makalelerimin bu bölümünde, Yılmaz Öner'in terminolojisinden sıklıkla yararlandım ve ilerideki yazılarımda da buna devam edeceğim. Çünkü, Yılmaz Öner'in teorileri doğa yasaları ile ilgili değerli açıklama olanakları sunmaktadır. Yılmaz Öner hakkında bilgi isteyenler bu bloğumdaki 'Yılmaz Öner'in Prodeterminizm Teorisi' adlı makalelerime bakabilirler.

** Kalp atışlarının hızlanması, tansiyonun yükselmesi gibi.

*** Platon'un bu konuyu açıkladığı eserleri Devlet ve Yasalar adlı yazılarıdır.