21 Haziran 2018 Perşembe

Doğa Yasalarına Giriş ve Toplumsal Alanın Reddi Üzerine XI


Belirlenim Yasaları Öncesinde Birtakım Açıklamalar IV

Renkler istisnadır. Asli olan siyah ile beyazdır. Tıpkı asli olanın yokluk, varolmanın ise bir istisna olduğu gibi.

Daha önce ifade ettiğim gibi; insan aklının insana ne aşkın olanı buldurma, ne de onu iyiye ve doğru olana yöneltme gibi işlevleri vardır. Peki, en azından burada diğer önermelerin kabul edilebilir tarafları olacaktır. Bunlar konusunda daha önce de birtakım şeyler yazmıştım, ama daha detaylandırmamıştım. Ancak şu sorulabilir ki; insan aklının insanı doğruya yöneltemeyeceği önermesinin kendisi çelişik bir önerme değil mi? Eğer doğruluk değeri denen şey insan uydurması ise, burada yazılanlar da bir uydurma değil midir? Bu tıpkı, daha önceki çelişkilerime benzemekte. Yani; gerçeklik üzerinden hareket etmeye çalışan birisinin, bunu toplumsal bir dille kurma çabasının kendisinin bir çelişki olduğu durumu. Bunu belki yazılarımı sonlandırırken aşmaya çalışacağım. Orada kuracağım dil, hiçbir toplumsal dile benzemez ise bu aşılabilinir. Burada ise kavramlarla alay etmekten başka yapacağım bir şey yok. Kullandığım bazı kavramların, ifade etmeye çalıştığım anlamları karşılamamasının, şimdilik benim için bir öneminin olmadığını zaten söylemiştim. Bunun yöntemimle ilgili olduğunu da. Örneğin; son yazımda kullandığım 'anomali' kavramı, sosyolojide geçen ve oradaki anlamı karşılamayan bir kavramdır. Onu kullanmamın sebebi ise; o anda aklıma onun gelmesi veya canımın öyle istemesinden başka bir şey değil.

Ancak, kavramsal anlam hatalarının benim için önemi yok olsa da, yaptığım mantıksal hataların düzeltilmesi gerekir. Bunun için, son yazımda bahsettiğim bir konuyu ele almam gerekiyor. Bu hata; hayvan toplumsallaşmasını, insan toplumsallaşmasıyla aynı kategoride ele almamla gözükmekte. Oysa, insan toplumsallaşması denen şey; mit ve imgelem üretimidir. Orada anlatmaya çalıştığım şey, sadece insan türünün duygulanım belirlenimi göstermesinin ifade edilmesiydi. Ancak hatalı bir yoldan. Hayvanların sadece bir doğa yasası olarak akla sahip olmadığını söyleyebilirim. Oysa doğa yasası özellikleri olarak akla sahip olabilirler. Bununla ilgili kesin bir şey söyleyemem. Gözlemlediğim kadarıyla hayvanlar, sadece insanlar gibi saf akıl yönelimi oluşturamazlar. Ancak; düşünme, hafıza, yargı üretme gibi yetenekler gösterebilirler. Bununla ilgili net bir şey söyleyemeyeceğimi, onlar için belirlenimsel olanlar hakkında konuşamayacağımı; çünkü hiçbir zaman onlar gibi olamayacağımı, ancak insanlar üzerine konuşabileceğimi söyleyebilirim.

İnsanlar dahil hiçbir şey; asla doğa yasası üzerine konuşamaz. Sadece doğa yasası özellikleri yoluyla dolaylı yollardan konuşulur. Örneğin ben; saf akıl ile ilgili hiçbir şey söyleyemem, sürekli pratik akıl üzerinden konuşurum ve ona, onun bir yolundan yönelmeye çalışırım. Burada dil ile yaptığım gibi. Ancak saf akla ulaştığımda zaten, onunla ilgili bir şey söylememe gerek yoktur. Yine yasa özellikleri ile ilgili konuşurum. Bu yüzden, saf aklın bir tür tanımı yoktur. Tanrı'ya kendini anlat dediğiniz de, size ne söyleyebilir ki.

Bunun için, hayvanlar ile ilgili olarak burada söyleyebileceğim iki şey var. Birincisi; onun insan türü gibi, bir akıl olarak doğa yasasına sahip olmadığıdır. Onun toplumsallaşma özelliklerinin insanlarla kıyas edilmesinin hataya sebep olabileceğidir. Hatta insanın ilk hayvansı dönemleriyle dahi. Çünkü insan türünün ilk belirdiği yerde, saf akıl da bir şekilde belirecektir. Saf akla yöneliminin kendisinin evrimsel bir gelişim süreci olduğunu, bu gelişimin sadece biyolojik bir süreç olmadığını ifade etmeme gerek yok heralde. İkincisi, hayvanların insanlar gibi bir devinim dengesizliğinde olmadığını ifade edebileceğimdir. Bu yüzden hayvanlar, kendilerini tam olarak gerçekleştirmiş canlılardır. Yaşamları bir makinanın işleyişine benzer.

Orada ifade ettiğim, hayvanların kültürel özellikler yönünden insanlardan daha yüksek bir seviyede olduğu önermesinin tartışılması gerekiyor. Hemen ifade etmeliyim ki, kültür bir belirlenim türüdür. Toplumsallaşmanın kendisi gibi. Toplumsallaşma insan türü için  duygusal belirlenim sınıfındadır. Bunun özel bir belirlenim türü olduğunu ve ayrıca incelenmesi gerektiğini söylediğimi hatırlıyorum. İnsan ve hayvan toplumsallaşmalarının farklı şeyler olduğunu söylemem de bu nedenledir. Burada olan sorun da, her zaman olduğu gibi, toplumsal bir dilin zayıflığından kaynaklanmaktadır. Çünkü; benim kullandığım dil, insan merkezli bir dildir. Ben bu dil üzerinden, onların belirlenimi hakkında konuşamam. Ben hayvanlardaki bir olguyu, insanın uydurduğu bir kavramla anlatmaya çalıştım. Hiçbir köpeği veya başka bir hayvanı tek tek ele almadım, senin bu olgun için ne demeliyim diye onlara sormadım. İnsanlar ağızlarında gördüğü şeye dil, ona benzeyen her şeye de dil demişlerdir.

Diğer bir sorun ise; toplumsallaşma bir belirlenim olduğuna göre, tamamen doğa yasasına uygun bir varlığın nasıl belirlenimsel bir etkide olduğudur. Yani sorun şu; neden saf akla sahip olan bir varlık toplumsallaşır. Neden kanatları olan ve uçan bir varlık topluluk halinde yaşar sorusu da problemdir benim için. Ancak bu, benim yanıtlamam gereken bir soru değil. Çünkü onun, doğru bir soru olduğuna emin olamam. Bir saf akıl ne ise, kuşun kanatlarının da o olduğunu söylemiştim. Veya bir gözün. Bunların hepsine doğa yasası demiştim. Bunlar arasında kıyas ilişkileri kurmak, bana saçma gelir. Ama örneğin, insan aklını keyfi olarak özel bir tür yapmıştım. Bunun için kendimce gerekçelerim vardı. Çünkü sadece o, matematiksel önermeleri a-priori olarak kavrayabiliyordu. Bu söylediğim, matematiğin uygulanması değil. Başka canlılar da matematiği uygularlar, hatta belki insanlardan daha mükemmel bir şekilde. Ancak, onu bildiklerini bilemezler. Saf akıl, yeryüzü içerisinde bildiğini bilebilen tek doğa yasasıdır. 

Bunların ışığında, hayvanların insanlardan daha gelişmiş türler olduğunu çok rahat ortaya atıyorum. Çünkü, onlardaki yasalar tamdır. İnsan ise devinir. İnsanlar saf akla ulaştıkları zaman, onlarla eşitleneceklerdir. (Umarım okuyanlar bu anlatılanları kullanma, yararlanma, yok etme ilişkilerine indirgemezler. Buradaki gelişmişliği, oradaki anlamlara indirgeme sığlığı göstermezler. Ele alınan yasalar birbirlerinden ayrı dünyalardadır. Her yasa, kendi içinde bir dünyadır.)

Benim için aynı saf akla sahip olan varlıkların; bu kadar farklı özellikler göstermesi, farklılaşması da olağanüstü bir durumdu. Neyse ki hayvanlarda böyle bir durum algılamadım veya başka canlılarda. Oradaki farklılaşmalar, sadece çevresel faktörlere göre değişiyordu. Yani yasalar içerisinde işliyordu. Bunlar da, bir tür belirlenim oluşturabilir. Ancak bunlar, yasa özellikleri içerisinde kalıyordu. Ama insanlar ise, duygusal belirlenim dediğim bir şey oluşturuyordu. Ne yazık ki insanlardaki bu olguyu açıklamam gerekiyordu, çünkü ben de bir insandım.

Hayvanlar için doğa yasası dışında kalanlar, yani onlar için belirlenimsel olanlar hakkında konuşmayı artık burada bırakmam gerekiyor. Artık konuşmalarım onlar için, yasa ve özellik benzeri örneklemelerle sınırlı kalacak. Değinmem gereken bir başka konu da; son yazımda yazdığım ve mantıksal bir çelişki oluşturuyor gibi görünen, ancak oluşturmadığını düşündüğüm bir nokta daha var.

Orada ifade ettiğim; insanın saf akla yöneliminin, savaş ve yıkımları durduracağı yönündeki söylemimin tekrar ele alınması gerekiyor. Çünkü, saf akla yönelimin kendisi bir savaştır. Çok önceden ve ilk olarak bahsettiğim; akıl ve duygu arasındaki savaş. Saf aklın daha çok belirmeye başladığı her yerde uzun vadede, toplumsal yıkımlar yavaşlayacaktır. Bunu kesin olarak söyleyebilirim. Ancak, zayıf olanlar daha çok yıkıma uğrarlar. Toplumsal yıkımlar yön değiştirir. Savaşlar, yıkımlar, soykırımlar, nükleer felaketler azalmaz. Aksine, daha da çok artar. Bunun; iyi-kötü, doğru-yanlış olarak değerlendirilmemesi gerekir. Saf akla yönelik artan her türlü istek ki bu kendiliğinden gelişir; savaşı, insani gelişimi zayıf olanlara yönlendirir. Yıllardır kandırılan insanı; duygusal yönü kuvvetli canlının, insani yönü daha gelişkin olduğu yalanını ortaya çıkartır. (Bu kandırma terimini sadece canım öyle istediği için kullandım). Günümüzde artık, savaşın zayıflar için yıkım olmasının örnekleri zaten yaşanıyor. Ancak; bu yıkımın, yeniden kurucu bir yıkım olduğunu söyleyebilirim.

Toplumsal alan içerisinde, hiçbir zaman ve hiçbir şekilde varolmaması gereken canlılar varolur. Ancak, doğa yasaları bunu geri almak zorundadır ve bu zayıflığı, işlem mekanizmaları ile yok eder. Bu mekanizma da, insan için bir doğa yasası olan saf akıl ile işler. Ona yönelim olmasaydı ve o, birden kendisi halinde işlem yapabilseydi, zaten o canlılar varolmayacaktı. Bu ifadelerimi; hayatını toplumsal olarak yani bir tür duygusal belirlenimler ile geçirmiş, toplumsal bir inşa ile varolmuş, hayatı toplumsal iyi ve kötü kategorilerine göre yorumlayan insanların anlamayacağını söylememe gerek yok zaten. (İyi ve kötü kategorilerinin toplumsal bir alan dışında varolması beklenemez, yani mutlak iyi ve kötüden de söz edemeyiz. Toplumsal alan içerisinde iyi olan, aynı zamanda doğrudur da).

Peki, neden saf akla sahip bir varlık duygusal bir belirlenim göstererek, kendi varlığından uzaklaşmıştır? Neden insanlar kendi varlığından uzakta doğarlar. Bu uzaklığın bilimsel gelişim süreciyle ilgisi yok. Yani, henüz bilimsel yönden geri düzeyde olmakla. Doğayı yorumlayamamayla ilgisi yok. Ondan korkmakla da. Sorun o korkunun, neden ortaya çıktığıyla ilgilidir. Bu uzaklık, inanç dediğim şeydir. Neden insanlar inanır, bunun için de korkar ve duygusal belirlenim denen olguya sürüklenir?

Varolmak bir kusurdur. Bu kusurun bedeli de, yok olmakla ödenir. Asli olan tek şey yokluktur. Varolmak ise istisnai bir durumdur. Bir şekilde insanlar varolduğunu hissetmek ister. Yokluktan kaçmak için, hazza ve acıya yönelirler. Çünkü; insanlar diğer canlılardan daha çok vardır, daha çok istisnadır. Ve bu zayıflık da onu, daha çok istisna olmaya yönlendirir. Bu zayıflık nerden geliyor, varoluştan mı? Bunu anlayabilir miyim? Neden insanlar duyarak anlayamazlar da, dinlemeye çalışırlar. Neden bakarak anlayamazlar da, görmeye çalışırlar. Dinlemek, görmek bunlar istisnadır işte. İnsan varolma kusurunu en çok yaşayandır ama neden? Her duygulanımı onu daha çok varolmaya sürükler. Bunların hepsinin bir anlamı var mı? Araştıracam.

Kuracağım dile gelince; bunun kesinlikle bir mantık dili olması gerekecektir. Bu ise Aristotales'in yaptığı gibi, iki değerli toplumsal bir mantık dili değil; sonsuz değerli simgesel bir mantık dili olmalı. Her doğruya karşılık, bir yanlışın gelmek zorunda olmadığı bir mantık dili. İnsan duygulanımlarını bile açıklamaya olanak veren bir dil. Böylece saf aklın doğadan ve onun yasalarından kopuk bir şey olduğu değil, onun kendisi olduğu gösterilebilinecektir. Her türlü belirlenimsel olandan arındırılabilinecektir. İnsanların gerçek ana dili ortaya çıkarılabilinecektir. İnsan aklının aşkın ve iyiye olduğu gibi, doğruya yönelik de bir etki göstermeyeceğini, çünkü doğruluk değerinin insan uydurması olduğu; '2*2=4' önermesinin doğru değil, sadece gerçek bir önerme olduğu gösterilecektir. Aklın arındırılmış en saf mantık biçiminin, epistemolojiye değil; ontolojiye dayanması gerektiği böylece anlaşılabilinecektir. Öncesinde insan zihni, her türlü anlamdan temizlenmelidir. Toplumsallığından, inançlarından, dinlerinden, kültürlerinden arındırılmalıdır. Ancak, teorimde hala açıklayamadığım ve bazı mantıksal çelişkiler sezinliyorum. Önce, onları halletmem gerekecek.








1 Haziran 2018 Cuma

Spinoza'da İnsanın Anlama Yetisinin Arındırılması

Baruch Spinoza
Şimdi felsefe tarihinde büyük bir yere sahip olduğunu düşündüğüm bir düşünürün insanın anlama ve algı yetilerini nasıl temizlediğini, onu hastalıklarından nasıl arındırmak için uğraştığını anlatmaya çalışacağım. Bu büyük düşünür hayatı boyunca düşüncelerini, kendisine yapılan bir çok saldırılara ve tacizlere mağruz kalarak geliştirmiştir. Spinoza yaşamını özellikle engizisyon mahkemeleri tarafından yapılan yargılamalar, sürgünler ve tehditlerle geçirmiş; genç bir yaşta da bu Dünya'dan ayrılmıştır. Ancak 17 yy'da Avrupa'nın bu döneminde gerçekleşen bu baskılar doğal bir durumdu. Çünkü o dönemde yaşanan bilim ile inancın savaşıydı. Bu savaşı Batı'da şimdi andığım düşünür gibi filozofların ve bilim adamlarının bütün fedakarlıkları sayesinde bilim kazandı. Doğu'da ise inanç. Aslında Doğu toplumlarında böyle bir savaş o dönemde bile yoktu denilebilir. Hatta o dönemlerde Doğu'da, gerçek bir düşünüre bile rastlayamazsınız. Bu savaş orada yeni yeni başlıyor. Batı'da ise bilim artık kendi kendisine karşı savaş veriyor. Doğulular daha o seviyeden zaten çok uzakta. Ancak bu geç kalmışlığın bedeli çok ağır ödeniyor. Bilim veya felsefeyi inanca yer açmak için, ona göz yummak için sınırlamaya çalışanlar bunun bedelini ağır öderler ve ödüyorlar da. İster toplumsal ister bireysel duygulanımdan kaynaklansın, inancın insanı yaşatan değil yok eden şey olduğunu anlayana kadar ödeyecekler de. İnanç nedir diye sorulacak olursa; Sevmek bir inanç türüdür, tıpkı nefret etmek gibi veya tıpkı bir ideoloji gibi. Spinoza'nın yaşamı felsefenin neden saraylarda, tapınaklarda gelişemeyeceğinin de göstergesidir. Felsefenin ve bilimin toplumsal yapı içinde değil, ancak topluma karşı gelişebileceğinin de. Buna karşın Spinoza gerçekten çok inançlı bir düşünürdür benim gözümde. Onun büyüklüğü de zaten bu inancın toplumsal, bireysel bir yapıya değil; gerçeğe duyulan bir inanç olmasından gelir.

Spinoza'ya göre, insanın anlama yetisinin düşünce ve koşullarının belirlenebilmesi ancak onu kendi doğasında incelemekle mümkün olabilir. Çünkü; herşeyin doğanın ilksiz ve sonsuz düzenine, değişmez yasalarına göre varolduğu bilindiği zaman; kendi doğasında incelenen bir şeyin eksik ya da eksiksiz olduğu söylenemez. Spinoza bu yüzden der ki; iyi veya kötü olarak anlamlandırılan şeyler, insanın yaşamındaki deneyim koşullarınca belirlenir. Bu da tek bir anlamla gerçekleşir. Bu da bir şeyin, anlığın ve doğanın birliği ilkesine ulaşma aracı olarak sadece iyi olabilmesidir. Bunun için Spinoza'ya göre, doğanın değişmez yasaları içerisinde mutlak iyi veya kötüden bahsedilemez. Bu yüzden iyiyi belirlemek için temel araç; insanı, anlama yetisini ve doğanın yasalarını kavrayan tek bir ilkeye yöneltmesiyle ölçülür. Ancak Spinoza'ya göre; anlama yetisinin arındırılabilmesi için öncelikle insanın algı yetisinin türlerinin belirlenmesi, bunların hangisinin anlama yetisine ulaştırma aracı olarak iyi olduğunun tespit edilmesi gerekir. Böylece Spinoza, algı yetilerini dört kategori halinde sunar. Bu kategoriler Spinoza'nın anlama yetisinden, inancın bütün hastalıklarını nasıl arındırdığının mükemmel bir gösterimidir;

  • Söylentiden doğan veya herkesin dilediği gibi oluşturabileceği algı türü; Bunun örneği; insanın doğum gününü ve akrabalarını bilmesi türünden bir algı şeklidir. İnsan bu algı türünde hiçbir tanıtlamaya başvurmaz. Kendisine, kendinden öncekilerin keyfi olarak sunduklarını alır. Bu algı en az yetkin algı türüdür. Bu algı türüne saf inanç derim genelde.
  • Rastgele deneyimden doğan algı; Bu türde algı; anlama yetisinin kendisine deneyim tarafından sunulan algının, hiçbir aykırı deneyimle karşılaşmaması bir bakıma bizde bir rahatsızlık oluşturmaması dolayısıyla, bizde aynı şekilde kalması ile oluşan algı türüdür. Örneğin; insanın, diğer insanların öldüğünü görüp, kendisinin de öleceğini düşünmesi gibi. Bu algı türü de yetkin olmayan bir algı türüdür, ancak hiyerarşik olarak birinci algı türünden daha gelişmiştir. Çünkü artık, insanın kendi duyu deneyimleri devrededir. Spinoza'ya göre insanlar ömrünün çoğunu bu iki algı türüne göre yaşar
  • Bir şeyin özü bir başka şeyden, ancak yetersiz olarak çıkarsanarak oluşturulan algı; Bir cisme bakarak ondan diğer cisimlerin doğasını cıkarsayabiliriz, ancak birliğin doğasının kendisini çıkarsayamayız. Örneğin; matematikçilerin, verili önermelerin tanıtlamalarıyla başka önermeleri çıkarabilmeleri ancak bunu anlama yetisi yoluyla değil de; bir özelliği yoluyla bilebilmesidir. Örneğin; bir geometricinin Euklides'in önermelerinden yola çıkarak, başka önermeler tanıtlaması ancak; Euklides'in önermesinin kendisini çıkarsayamaması gibi. Bu algı türü diğer ikisine oranla daha gelişmiş olsa da, şeylerin özü yine de çıkarsanamaz.
  •  Bir şeyin özü ya da en yakın nedeni yoluyla bilindiği zaman doğan algı; Bir şeyi biliyor olma olgusundan, o şeyin ne olduğunu bildiğim zaman  oluşan algı türüdür. Örneğin; matematikçilerin Euklides'in önermelerini onun önermeleri yoluyla değil de; anlama yetisinin sezgileri yoluyla bilindiği zaman doğan algı türüdür.
Birinci türden algı türü belirsizdir ve hiçbir şeyin özünü vermez. İkinci türden algı türü sonuçları itibariyle belirsizdir ve sınırsızdır. Sadece ilinekleri verebilir, özü vermez. Üçüncü türden algı türü bir şeyin düşüncesini verse de; bir şeyin özünü yine vermez, ancak onun özellikleri yoluyla çıkarsamalar yapılmasını sağlar. Spinoza'ya göre şeylerin özleri sadece dördüncü türden algı ile çıkarsanabilinir. Spinoza böylece anlama yetisinden diğer algı türlerini temizledikten sonra, onun en iyi araştırma yönteminin yine kendisinde yattığını ileri sürer. Bunun için izlenecek her adım anlama yetisinin doğasının ve doğanın bütünlüğünün kavranmasını içerir. O zaman biraz da Spinoza'da anlama yetisinin doğasına gidelim ve arındırma işlemini tamamlayalım.
 
Spinoza'ya göre doğru bir düşünce, düşünülenden ayrı bir şeydir. Bir daire düşüncesi, çevresi çapı olan daireden farklı bir şeydir. Düşünce, cisminden ayrı bir şeydir ve bunun için ondan bağımsız olarak anlaşılabilinir. Düşünce, düşünülen şeyin öznel özüdür ve başka bir düşüncenin nesnesi olabilir. Bilgiyi bildiğimizi ve hatta bildiğimizi bildiğimizi düşünebiliriz. Bunun için Spinoza'ya göre; bildiğimizi düşünebilmek için ilkin bilmemiz gerekir. Bilebilmek için de doğru düşünceyi taşımaktan başka bir şeye ihtiyacımız yoktur. Peki doğru düşünceye nasıl ulaşılabilinecektir? Spinoza'ya göre iki düşüncenin özleri arasındaki oran, bu düşüncelerin karşılık geldiği nesnelerin özleri arasındaki orana eşdeğerdir. Bundan şu sonuç çıkar; doğru bir düşünce en yetkin olana yöneltilen düşüncedir. İkincisi; insanın anlama yetisi doğayı ne kadar iyi anlayıp bilirse, kendisini de o kadar iyi anlayıp bilecektir.

Spinoza'ya göre; bir şeyin doğası varoluşuna karşı bir çelişki imlerse o olanaksızdır. Bu yüzden, insanın anlama yetisi olanaksız bir şey uyduramaz. Aynı şekilde doğanın yasaları dışında bir şey de. Örneğin; bir arkadaşının okula gitmese de gittiğini uydurabilir. Ancak bir filin bir iğneden geçebileceğini uyduramaz. İnsanlar üç başlı ejderhalar uydurabilir. Ancak bunların özellikleri dahi doğada varolan yasaların dışına çıkamaz. Örneğin; ejderhaların veya mitolojik varlıkların uydurulan her özelliği, doğadan alınan ve orada varolan özelliklerdir. İnsan bunların dışında bir şey uyduramaz. Yani zihninde oluşturamaz. Yine, 2+2=5'i hiçbir zaman zihninde oluşturamaması gibi. Aynı şekilde insanların şeylerin doğasına yönelik kavrayışları ne kadar zayıf ise, uydurma derecesi de o kadar yüksek olacaktır. Bu nedenle hayal gücü arttıkça, bilgisizlik de o oranda artacaktır. Bu nedenle Spinoza'ya göre; bir insan ne kadar bilgisizse, o kadar çok şeye inanır ve hayal eder. Yine varlık ne kadar genel kavranırsa o kadar çok karmaşıklaşır, ne kadar tikel kavranırsa o kadar açık ve seçik hale gelir. Burada şöyle bir noktaya dikkat çeker Spinoza; bir şey açık ve seçik kavranırsa anlama yetisinin onda hataya düşmesine korkmaya gerek yoktur. Çünkü, hiçbir uydurma açık ve seçik olamaz. Karmaşık olmak zorundadır.

Spinoza'ya göre yanlış düşünceler de, uydurmalarla olduğu gibi aynı yöntemle düzeltilebilinir. Bir mimar doğru bir tasarım yaparsa, bunun nesnel bir karşılığı olsun veya olmasın bu tasarım düşünce anlamında doğrudur. Ancak bir kişi Spinoza'nın örneğinde; Peter'ın varolduğunu bilmezken, 'Peter vardır' derse bu yargı Peter varolsun veya olmasın yanlıştır. Bunun için Spinoza'ya göre; bir düşüncenin doğruluğu, karşılık geldiği nesnelerden bağımsız olarak kendisindedir. Doğruluk, düşüncenin kendisinde aranır. Yalın düşünceler ise zorunlu olarak doğrudur. Çünkü yanlışlık, bir şey üzerinde kapsanmayan şeyin o şeye uygulanmasıdır. Bu yüzden yalın düşünceler eğer yanlış çıkıyorsa, bu bizim anlama yetimizdeki bir sorundan kaynaklanacaktır. Örneğin Tanrı düşüncesi Spinoza'ya göre; zorunlu olarak doğrudur. Buradan Spinoza'da Tanrı düşüncesine geçmek güzel olurdu ama bir o kadar da saçma olurdu. Ancak, Tanrı'ya bu kadar yönelmiş, onu yücelten bir düşünürün tanrıtanımazlıkla suçlanıp, şeytan olarak görülüp din fanatikleri tarafından bir çok saldırıya maruz kalması gerçekten ilginç görülebilir. Bunu bir arkadaşıma bahsettiğim zaman bana verdiği cevap şuydu; 'Çünkü o, gerçek Tanrı'yı arıyordu'. Ben de bu cevabı kabul etmiştim.
 
Sonuç olarak anlama yetisinin arındırılması; algılarımızı söylenti ve rastlantısal deneyimlerimizden ayırmayı, soyutlamalardan kaçınmayı ve doğanın kökenine bir araştırma yapmayı gerektirir. Doğanın kökenine yönelik araştırma soyut ve evrensel olarak kavranamaz, anlama yetisini aşıp genişleyemez ve değişebilir şeyleri içeremez. Böylece; imgelem ve anlama yetisi arasındaki ayrım ortaya konmuş olur, tüm olumsallık karşısında saf aklın zorunluluğu ortaya konur, doğanın edimselliği öznel olarak bilinir ve bu biliş bütünlüklü ve nesnel bir kavrayıştır, tüm düşünceler tek bir düşünceye indirgenebilinir. Son olarak da, her şey kendi özü veya en yakın nedeni yoluyla kavranır. Spinoza bu felsefi düşüncelerinin uygulamalarını ünlü Ethica'sında gerçekleştirir. Arındırmayı orada tamamlar. Spinoza'nın felsefesinde bana uzak gelen birçok nokta var, ama şu gerçek ki; Batı dünyası bu düşünüre sahip olduğu için çok şanslıdır, insanlık da bu düşünüre çok şey borçludur.

 
REFERANS
 
Spinoza, Baruch, İnsan Anlağının İyileştirilmesi Üzerine, (çev) Aziz Yardımlı, İstanbul, İdea Yayınları, 2014