27 Aralık 2016 Salı

Doğa Yasalarına Giriş ve Toplumsal Alanın Reddi Üzerine IV


Her şeyden önce en başta toplumsallaşma olgusu; insan aklının evrimsel tek yönlü, ilerlemeci, dikey gelişim sürecinde ortaya çıkan, salt özellikleri itibariyle genel, durağan, yönelimsiz bir hatadır (kusurdur).

İnsan aklının gelişim sürecindeki bir kusur olan toplumun ortaya çıkışındaki anlam yani en temel sebep; evrensel, soyut ve ilksel bir neden olan insan aklının bu yapısı itibariyle gelişim sürecinin; insan aklının doğa yasalarına bir uygulanması olan üretimsel alanın deneysel, görgül, pratik olan özellikleri sonucunda ona karşı daha yavaş bir düzeyde ilerlemesidir. Yani, insan aklı soyutlamaya dayalı, saf, tümel; üretimsel alan ise uygulamaya dayalı, pratik ve tikeldir. Ayrıca evrensel, kendiliğinden bir neden olan insan aklı, bu özelliği nedeniyle nedenleri sorgulayabilme yetisine sahiptir. Oysaki insan aklı bir ereksel neden iken, üretimsel alan onun bir uygulama alanıdır ve nedenlerin bir sonucudur. İnsan aklının ilerleme süreci ayrıca sembolik bir anlatımdır. Çünkü, insan aklı başlı başına tümel bir bütünlüktür ve ilerleyiş zaten var olan bu evrimsel bütünlüğe doğru bir devinimdir. Ve bu yüzden bir zorunluluktur.

Oysa, insan aklının pratik bir uygulaması olan üretimsel alan, daha çok deney ve gözleme dayandığından zorunlu olarak, sabit derecelerle değil, belirli koşulsal durumlara, zaman ve mekan pratiğine göre ilerler. Ancak, insan aklına yani doğa yasalarına dayansa bile pratik, tikel, koşulsal bir ilerleme olduğu için, insan aklının en saf özelliği olan kendiliğinden nedenlik işlevini tümel ve soyut alandan tamamen bağımsız yerine getiremez. Ayrıca ekonomik devinim, her zaman bu yapısı nedeniyle, insan aklının tarihsel gelişim düzeyinden daha hızlı ama daha çarpık ve dengesiz ilerler.

Yaşanan bu devinimsel süreçteki doğal ve kaçınılmaz uyumsuzluk, gelişime ve devinime hiçbir şekilde tabi olmayıp, statik ve tikellerin kendisi değil özel durumları olan,  insan aklının varoluşsal en temel baskı aracı olan başka bir alanı tetikler. Yani tarihsel bir bağımsızlığı olan insan aklının, tarihsel gelişim sürecine tabi olan üretimsel alana karşı bu dengesizlik durumu, insan aklının doğal çatışma alanı olan duygusal varlığının belirmesi toplumun ortaya çıkmasıdır.

İnsan aklı - üretimsel alan (bunun içerisinde maddi üretim olduğu gibi ahlaksal düşünsel üretimler de vardır.) devinim dengesizliği yapısal, doğal ve mutlak bir durumdur. Yani bir çatışma, kökten aksaklık durumu değil sadece insan aklının gelişim düzeyindeki ilerleme seyrinin zorunlu bir basamağıdır. Mutlak ve tümel olan insan aklına karşı bu devinimde ortaya çıkan toplum yapısı ise, süreç içerisinde ortaya çıkan ve yok olacak ve olmak zorunda olan bir kusurdur.

3. Toplumun Kavramsal Olarak Bağımsızlığı ve Etkilerinin Evrenselliği Sorunu:

Toplumun özellikleri itibariyle değil ama bir kavram olarak belirli sınırları ve çizgileri yoktur. İnsan kavramından da tamamen bağımsızdır. Toplumsallaşma olgusunun kendisi evrensel bir kusur olduğu için ve bu kusurun kaynağı olan dengesizlik durumu evrensel bir gerçeklik olduğu için herhangi bir zaman ve mekan sınırlamasından da bağımsızdır. Hatta belirli koşulların varlığında, düşünsel bir kaynakta dahi işlev görür. Şöyle ki, toplum olgusunu veya bir toplumsal sorunu ve onun etkilerini eleştirmek, değiştirmek için ortaya çıkan bir düşünce pratiği (Teorik düşünce bu tür etkilerin dışındadır. Çünkü saf insan aklının bir görüntüsüdür) ve kollektif eylemcileri zorunlu olarak kendi içerisinde toplumsallaşır. Toplumun mekanizmaları ve etkileri altına girer.


Toplumsal bir sorunu hedef alan düşünce pratiği kollektif eylem alanına girerek toplumsallaşır ve tabakalaşma, hiyerarşik düzene dayalı iş bölümü ile birlikte harlanarak mit ve sembollerle ideolojik bir üretim alanı haline gelir. Örneğin; toplumun sınıflı ve sömürüye dayalı düzenini eleştirmek ve dönüştürmek için ortaya çıkan komünist veya feminist bir fikir, kollektif bir eylem ve hareket ile zorunlu olarak toplumsallaşır. Bunun sonucunda, kendi eleştirdiği sistemi ve uygulamaları tekrarlayan ve bu nedenle eleştirdiği sistemi meşrulaştırma aracı haline gelen bir hüvviyete bürünür. Eleştirdiği sistemi dönüştürmek isterken, kendisi bu yolla devre dışında kalıp, o eleştirdiği sistemi yeniden üreten bir araç haline gelir. Bu toplumun kendisini koruma mekanizması ve muhafazakar yapısının bir sonucudur. Toplumun bu kendini koruma ve yeniden üretme mekanizmasına Robert Michels'in ''Oligarşinin Tunç Kanunu'' teorisine öykünerek ''Toplumsallaşmanın Tunç Kanunu'' diyebilirim.

Robert Michels
Bir düşünce pratiği, bir düşünce teorisine yani insan aklının tümel bütünlüğüne dayanır, oysaki toplumsal yapı bunu tamamen dışlar niteliktedir. O, insan aklına karşı doğal bir baskı ve çatışma alanıdır. Bunun için, toplumsal yapı her türlü düşünce pratiğini kollektif düzeyde toplumsallaştırır yani baskı altına alır ve yozlaştırır.

Bu temel tezimin iyi anlaşılabilmesi için, ekonomik alanın toplumsal alandan bağımsızlığı olduğu vurgusunun iyi anlatılması gerekiyor. Ekonomik düzenlemeler ve gelişimler, toplumsallaşmanın gerektirdiği dönüşümler değil, toplumsallaşmanın kendisi bizzat ekonomik gelişim düzeylerinde yukarda bahsedilen doğal uyumsuzluğun ortaya çıkarttığı tarihsel, dönemsel bir yapıdır. Ayrıca toplum, insanın aklını dışlayan ve her zaman onun doğal bir baskı unsuru olan, insanın duygusal alanına aittir. İnsanın duygusal alanından bahsedilirken daha sonra detaylıca değinileceği şekliyle, insan duygularının bilgisine ulaşmada temel problemler vardır. Birincisi, duygusal alan zaten aklın temel dışlayıcısıdır. İkincisi, duygusal alan insanın maddi gerçekliğinin dışındadır. Ancak toplumsal alan içerisinde veya bireysel düzeyde maddi sonuçlar doğurur. Ayrıca, Akıl - Duygu çatışması toplum kavramından önce gelir ve bu çatışma başlangıçta insandan önce ve bireysel anlamda var olur. Üçüncüsü, duygusal alan olgulara değil olaylara yöneliktir.

Toplum, İnsan aklının gelişim düzeyinde ortaya çıksa da, insan aklını doğal bir yönelimle sürekli baskı altında tutacağından din, ritüel ve sembol yani sürekli bir duygusal alan üretimi haline gelip; aynı zamanda adaletsizliğin, eşitsizliğin ve kitlesel savaşların üretim yeri olan bir çatışma alanı olarak kalacaktır.

15 Aralık 2016 Perşembe

Doğa Yasalarına Giriş ve Toplumsal Alanın Reddi Üzerine III


Nerede ve ne zaman olursa olsun, her toplumsal yapı 3 temel ölçekte baskı mekanizması oluşturur. Akıl, bilinç ve karakter.

İnsan aklının toplumsallaşma sürecinde baskılanması; toplumsal alanın üretimi olan; sürekli tekrarlanan ve yaygınlaşıp toplumsal bir norm haline gelen mit, sembol, inanç efsaneleri ve ritüller ile oluşan; korkutma, ceza, sindirme ve ödül yöntemleri ile keskinleştirilen toplumsallaşma sürecinin kendisi.

İnsan bilincinin baskı altına alınması; aklın değil ama onun oluşum ve gelişim koşullarının, yani aklın dışsal koşullarının baskılanması. İnsanın kendi varlığının sınırlarının bulanıklaşması ve toplumsal boyut ile yer değiştirmesi. Toplumun kitlesel üretim alanı olan okullar, daha mikro ölçekli yapı olan aile olgusu içerisinde daha yoğun bir şekilde gerçekleşir.

Karakterin baskı altına alınması; Etik değerlerin ve insan ahlakının yani insanın kendi bireysel kişiliğinin baskılanıp topluma devredilmesi.

Bu süreçlerin kendisinin çarpık yapısı itibariyle, toplumda adalet olgusunun imkansızlığı, savaş ve çatışma ortamının devamlılığı gibi sonuçlar doğururken, yöntem olarak ideolojik, dinsel, aidiyet duygusu veya kültürel, tarihsel birliktelik gibi toplumsal devamlılık ilkesi ile sürüklenir. Bu çarpık görüntü ile toplumsal yapıların belirli sorunları, kusurları ortaya çıkar.

1. Toplumun Temel Belirli Yapılarının Değişmezliği Sorunu:

Sanayi öncesi toplumlarının, belirli hiyerarşik yapıları, sosyal formları, sanayi ve sonrası toplumlara aktarılır. Bunun temel sebebi toplumun kendi öz varlığının zaman ve uzamdan bağımsızlığıdır. Tarım toplumlarındaki üretici hane ve ev içi çalışan üretim birimlerinin yerini, sanayi toplumunda sistematik olarak emek sömürüsüne tabi olan işçiler ve fabrikalar alır. Aynı şekilde tarım toplumlarının feodal düzeni, toprak ağalarının yerini; sanayi toplumunda, üretici emeği kendi kar maksimizasyonu doğrultusunda sömüren burjuva sınıfına ve büyük şirketlere devretmiştir. Sanayi sonrası toplumlarda da bu kural geçerli olacaktır ve olmak zorundadır. Çünkü, toplum yapısı içerisinde güç ve iktidar önceden belirlenmiş yasalara göre işler. Bu, toplumun kendi içerisinde doğal olarak ortaya çıkan yasalardır ve bunlar aslında doğa yasalarının çarpıtılmış bir görüntüsünden başka bir şey değildir. Aynı şekilde sanayi sonrası toplumda, kapitalist ekonomi mantığının bir ürünü olan '' bilimin tekelleşmesi'' sorunu vardır ve bu sorun zaten toplumun katı, sabit belirlenmiş yapısının bir ürünüdür.

Toplumun değişmezliği sorununda bilginin, bir kültürel bir sermaye olarak oluşturulduğu ve bunun aynı sınıflı yapı ve hiyerarşik düzenle aktarıldığı görülmektedir. Sanayi sonrası toplumun hakim sınıfı, bu kültürel sermayeye sahip yani toplumsal gücü elinde bulundurduğu ve tekelleştirdiği için bilgiye ulaşma kudretini elinde bulunduran ve bunu toplumsal tabakalaşma mantığıyla yeniden üretip aktaran teknik ve elit sınıflar olacaktır ve olmaktadır. Bu yeni bir sınıfın ortaya çıkması değil, zaten var olan sınıfın kendini farklı formasyonla yeniden üretmesidir. Bunun için toplumsal değişimlerdeki aslında var olan değişmezlik sorunu, her zaman toplumsal gerilimlerin, yıkımların, mücadelenin, adaletsizliğin, savaşların, haksızlıkların da değişmezliğinden başka bir şey değildir.

Doğa yasalarının, toplumsal kavram ve yapılarla çarpıtılması, insan aklının devre dışı kalması anlamından başka bir şey değildir ve bu durum zaman ve mekandan bağımsız her toplumsal yapının değişmezidir. Yetenekli, güçlü, zeki, iradeli insanlar, içlerinden liberal hikayelere konu olan sembolik isimler veya bir şekilde diğerlerinden daha şanslı olabilenler dışında toplum içerisinde erir ve yok olurlar. Onun yerine toplumun katı disiplininde kendine iyi bir zırh bulabilenler, kişiliğini çabuk bastırıp uyum sağlayabilenler, toplumun devamlılığına ve yeniden üretimine katkı vermek şartıyla kendilerinin olmayan ve hak etmedikleri konumlara ve statülere sahip olabilirler. Net olarak ifade edilirse buradaki temel sorun toplumsallaşma sürecinde ortaya çıkan, sonradan oluşan bir aksaklık değil, bu toplumun bizzat kendisidir.

2. Ekonomik Alanın Toplumdan Bağımsızlığı Sorunu (Toplumsal Bilginin İmkansızlığı Sorunu):

Özellikle Daniel Bell gibi bazı sosyal bilimciler ve sanayi sonrası toplum kuramcıları; yaşadığımız dönemi, enformasyonal gelişmelerin, bilgi akışı ve çapının büyümesini bir toplumsal değişim ve gereksinim olarak görmüş ve artık egemen sınıfın servet ve mülkiyete sahip olanların değil teknik bilgiye ve teknolojik alt yapıya sahip olanlara geçtiğini söyleyip, toplumu sosyo teknik alana indirgeyerek bu dönemi ''bilgi toplumu'', ''ağ toplumu'' gibi kavramlarla açıklamaya çalışmışlardır.

Daniel Bell

Oysaki insan aklı tamamen özerktir ve toplumsal yapıyla tarihsel ve zorunlu bir çatışma içindedir. Sanayi sonrası toplumdaki bilgi ve enformasyonal değerlerin önem kazanması bir toplumsal kazanım, gelişim, gereksinim değil; bizzat toplumun kendi salt yapısının zayıflamasıyla ilgilidir. Birincisi, toplum bir bilgi üretim alanı değil insanın duygusal yönüyle ilgili olması nedeniyle mit, sembol, ritüel ve kültür üretim alanıdır.

İkincisi, sanayi sonrası toplumda ortaya çıkan bilgi ve buna dayalı mesleklerin yükselişi, kitle üretimine dayalı imalat sanayisindeki faaliyetlerin düşüşü ve bunun toplum üzerindeki etkileri, tamamen insan aklının doğa yasalarıyla girdiği ilişki sonucu yaşanan bir tepkisel gelişim sürecidir, doğrudan insan aklındaki gelişmelere dayanır ve bu ilişkinin gelişmesi kaçınılmaz olarak toplumsal alanı zayıflatır. Sanayi sonrası toplum kuramcıları analizlerini yaparken genel olarak kendi yaşadığı toplumlarla yani batı toplumlarıyla sınırlı kalmışlar ve bunun sonucunda da toplumu başlı başına yapısal bir birim olarak ele almada yetersiz kalmışlardır. 

Üstelik toplum birimlerindeki bu dönüşümler her yerde aynı hızla seyretmemektedir. Yani insan aklının toplumsal alan tarafından baskılanma seviyesi mekansal olarak değişmektedir. Ayrıca sanayi sonrası toplum kuramcılarının bilimsel ve teknolojik gelişmeyle sınıflı yapıların ortadan kalktığı tezi oldukça kusurludur. Birincisi, sınıfsal yapılar ve toplumsal tabakalar tamamen toplumun kendi öz alanıyla ilgilidir ve onun bir sonucudur. İkincisi, bilimsel gelişmelerin ancak o toplum içinde geçerli olacak şekilde, toplumsal sınıfları çözülmeye uğratabilmesi imkanı o toplumsal yapı ve hiyerarşik düzeninin insan akllı tarafından zayıflatılmasıyla mümkündür. Çünkü toplumun sınıflı yapıları, toplumun doğrudan bir yapısal sonucu olarak insan aklıyla çatışmaya girmek zorundadır.

Ancak gelişmiş (toplumsal alanı zayıflamış) (batı toplumları) toplumlar kitle kültürünün hala yoğun yaşandığı, geleneksel yapıların katı özelliklerini sürdürdüğü toplumlar üzerinde yoğun bir şekilde baskı ve sömürü uygulamaktadır. Bunun devamlılığı için, o toplumlar üzerinde emperyal hareketler doğrultusunda çeşitli ideolojik araçlar, tedbirler gerekirse en sert askeri müdahaleler veya yine o toplumlara karşı o toplumlar üzerinde; onların kural ve kaidelerine uygun olacak şekilde onların çeşitli gelişim araçlarına baskı, müdahale ve saldırı uygulamaktadır. Sınıf mücadelesi ile ilgili yazımda da belirttiğim gibi, dünyadaki sınıfsal tabakalaşma olgusu çözülmemekte; aksine artık evrensel boyutta ve medeniyetler arasında, bir mezhepsel ve ideolojik görüntü arkasında daha global ve küresel bir boyut kazanmıştır. 

Üstelik gelişmiş - gelişen ülkeler arasındaki bu ayrım ve çatışma, gelişmekte olan sömürge ve yarı sömürge konumunda bulunan ülkeler aleyhinde, yoğun bir şekilde yoksulluk ve fakirleşme yaratmakta, bu durum o ülkeler içindeki sınıf mücadelelerini derinleştirmektedir. Toplumlar arasındaki bu toplumsal yapı ayrılığı, insan aklı ve toplum arasındaki çatışma gibi o toplumlar arasında da doğal olarak sürekli bir uyuşmazlık oluşturmak zorundadır. Bu çatışma birey (insan aklı) ve toplum arasında olduğu gibi değişik formdaki toplumlar arasında da devam etmektedir.