19 Ağustos 2018 Pazar

Batı Avrupa Ülkelerine Bir Çağrı


Evren içerisinde olup bitenleri gözlemleyen insanlar şunu çok iyi bilirler ki, doğa içerisinde hiçbir şekilde zayıflığa yer yoktur. Şunu da bilirler ki; eğer bir canlı doğa içerisinde varoluşunu sürdürüyorsa, onda olan bir doğa yasası veya özellikleri aracılığıyla bunu yerine getiriyordur. Zayıflık olan şey ise, bu özelliklerin ve yasaların bir şekilde işleyememesidir. Veya zayıflık olan şey, bunların kendi özlerine yozlaşmış yani hatalı bir şekilde işlemesidir. Bunun için artık işleyen yasa, onda doğal olarak bulunan özelliği olmayacaktır. Doğa içerisinde uçamayan bir kartal yaşayamaz. Hızlı koşamayan bir çita, ağ öremeyen bir örümcek, yaşadığı bölgedeki iklim değişikliklerine uyum sağlayamayan bir bitki. Bunlar yaşayamaz, çünkü yaşamaması gerekir. Çünkü yaşasa bile, aslında onun varlığı bir tükeniştir. Yaşamak ile varolmak aynı şey değildir ve aslında varlık ile yokluk arasında o kadar ince bir çizgi vardır ki.

İnsan için ise; onun doğayla bütünlüğünü sağlayan, onu doğa içerisinde varolma çizgisine sürükleyen, ona tabiat içerisinde yer açan şey ise anlama yetisidir. İnsan doğasından gelen bu yükümlülük ile anlama yetisine yönelir. İnsan, anlama yetisiyle beraber artık zayıf değildir. İnsanların da, diğer canlılar ile bir çok ortak özelliği vardır. Örneğin, üreme olgusu gibi. Ancak insan, bu türden olgular ile değil; anlama yetisi ile zayıf değildir. Tıpkı bir çitanın da bu tür olgularla değil, çeviklik özellikleriyle zayıf olmadığı gibi. Öncelikli kural; bir canlı doğa içerisinde varsa, bu onun doğa ile bağlantısını sağlayan bir doğa yasasıyla donatıldığı anlamına gelir. Bu tür durumların detaylıca açıklanması ve üzerine düşünülmesi gerekir. Örneğin; bazı hayvanlar için görme özelliğini kaybetmek, onun doğa yasalarıyla olan ilişkisini çok rahat sona erdirebilirken; anlama yetisi için bu durum çok kolayca tolere edilebilir. Ancak burada bahsetmek istediğim daha başka bir şey.

Zayıf insanlar toplum içinde yaşama imkanı bulurlar. Aslında, doğa yasaları içerisinde varolmaması gereken insanlar; kendilerine bir şekilde yaratmış oldukları doğanın hatalı simülatif evreninde, yani toplum içerisinde bir şekilde yaşama imkanı bulurlar. Yaşama imkanı bulurlar ancak varlık derecelerinden saparlar. Bu durum sanılmasın ki doğa için tehdit oluşturur. İnsanlığın en büyük yanılgılarından biri bu. Bu durum insan türü için tehdit oluşturur. Doğa, bir şekilde yasalarını işletmeye devam eder. Her canlıya uyguladığı gibi. İşleyemediği zaman onu ortadan kaldırdığı gibi. İnsanlığın en büyük yanılgılarından diğeri de; doğayı kontrol ettiğini veya edebileceğini, onu dönüştürebileceğini sanmasıdır. Doğa yasaları, kendisini dönüştürür. Kendisini kontrol eder. Yine kendisi aracılığıyla; bazen insanları, bazen de diğer canlıları kullanarak ve dönüştürerek. Doğa derken sadece Dünya'yı kastetmiyorum elbette.

İnsanların anlayamadığı şey, doğa üzerinde kurduğunu sandığı tahakkümlerin, dönüşümlerin aslında; doğanın kendi kendisine uyguladığı, insanın ise burada diğer canlılar gibi bir araç olarak varolduğudur.

Şimdi; toplumlar, devletler, iktidarlar, hukuk, kültür, alt yapı ve üst yapı; bunların hiçbiriyle burada ilgilenmeyeceğim. Sadece, insan kavramıyla ilgileniyorum.

Batı Avrupa ülkeleri için aydınlanma dönemi bir kırılma noktasıdır. Hatta tüm insan nesli için. Tabiki insanlık tarihi, yani anlama yetisinin evrimi tek bir bölge ile değil, tüm insanlığın ortak birikimiyle gelişir. Düşünürler, ortak bir birikimi ele alır ve üzerine bir şeyler koyarlar. Doğa içerisinde şans diye bir şey olduğunu düşünmüyorum. Rastlantısal olan durumları dahi şans olarak değerlendiremem. Şans toplumsal yapının işidir. Nitekim Batı Avrupa ülkelerinin, özellikle de halklarının şanslı olduğunu düşünüyorum. Ama bu şansın da berbat bir şekilde mahvedildiğini de.

İnsanlık tarihini veya anlama yetisinin evrimini sürdüren etki, insanın pratik aklıdır. Bununla ilgili olarak yazılarımda çokca bahsediyorum. İnsanın pratik aklı da, sadece ondan ibaret olmasa da, büyük etkisini ekonomi üzerinden iletir. Aydınlanmanın hayran kalınacak düşünürleriyle beraber, Batı Avrupa hızlı bir dönüşüm sürecine girdi. Batı Avrupa, insanlık tarihinde evrimsel bir ileriki aşama olarak, kapitalist ekonomik dönüşüm sürecini yaşamaya başladı.  Kapitalist ekonomik süreç; Thomas Hobbes'un mekanik, materyalist evren tasavvurunu politik yaşama yöneltmesiyle hayat bulmuştur. Hobbes'un doğa tasavvuru; kendisinden öncekilerden farklı ve onlardan daha çok şeye açıklama getirebilen, daha rasyonalist temellere oturmuş bir kimliğe sahipti. Onun yaklaşımları, gerçekten de anlama yetisinin bir gelişim aşamasını temsil ediyordu. Bu yüzden, modern etik onunla başlatılır. Aynı şekilde, John Locke'un materyalist evren ve doğal hak anlayışlarını da buna ekleyebiliriz. Özellikle bu saydığım çizginin dışında kalan rasyonalist düşünürler de, hep bu zemine temellerini yerleştirdiler. Anlama yetisi zaten bir tür çatışma ile evriliyordu.

John Locke
Batı Avrupa ülkeleri yaşanan bu bilimsel, düşünsel devrim ve kapitalist ekonomi süreçleriyle birlikte tarihte az rastlanacak türden kazanımlar elde ettiler. Ancak buna birden ulaşmadılar. Bunun için büyük bir savaş verdiler kendi içlerinde. Yaşanan bu devrimde hayatlarını ortaya koyan düşünürlerin, bilim adamlarının izleri vardır.

Ancak, Batı Avrupa Ülkeleri kapitalist ekonomik dönüşümü öyle mitleştirdi ve fetişleştirdi ki; Yaşanan bu kazanımları kendi bencil duygulanımlarına mahkum ettiler. Bunu, kendi duygulanımlarının tatmininin bir aracına dönüştürmeye başladılar. Hatta içlerinden bazıları o kadar sarhoş oldu ki; kapitalizmin tarihin sonu olduğu tezlerini ortaya atacak kadar ileriye gittiler. Kapitalist sistemin; insanın evrensel ve evrimsel anlama yetisinin ilerleyişinin yani, pratik aklın yöneleceği şekliyle, pratik akıl ile saf aklın bir noktaya buluşmasının bir aşaması olduğunu unuttular. İçlerinde, onları çok önceden uyaracak Nietzsche gibi düşünürlere sahip olacak kadar şanslıydılar da. Ancak bunu değerlendirmediler. İnsanlığın anlama yetisine doğru bir yolculuğunun aşaması olan kapitalist ekonomik dönüşüm, insan aklının ve yaşamın bir engeli haline geldi. Nietzsche'nin deyimiyle yaşama hastalığına tutulmuş insanlar ve toplumlar bilimsel devrimi; kendi tutkularının, belirlenimlerinin bir aracı haline getirdi. Zenginleşen Avrupa sınıfı kendini gündelik duygulanımlarına, gündelik çıkarlarına öyle kaptırdı ki; insanları pragmatizm bataklığına hapsedip, kendi bireylerini dahi tekrar toplum mezarlığına gömdüler. İlerlemenin yönelimini saptırıp, onu kendi uydurdukları toplumsal faydaya indirgediler. Nietzsche'nin de söylediği gibi; toplumsal fayda, zayıf insanların faydasıydı.

İnsan duygulanımlarının insan aklıyla sürekli çatışma halinde bulunduğunu ve birbirleri üzerinde baskı mekanizmaları kurduğunu yazılarımda açıklamaya çalışıyorum. Batı'nın en büyük kazanımlarının da; bireyselleşmeleri ve toplumsal alanlarının zayıflaması olduğunu yazmıştım. Bu, zaten insanın saf akla yöneliminin zorunlu bir sonucudur. Ancak Batı; bunu değerlendiremediği gibi, kapitalist ekonomik dönüşümlerin, düşünsel devrimlerin doğasını da anlayamadı.

Batı, bilimsel devrim ile beraber; üretim araçlarını daha kolay ve ucuz bir şekilde dönüştürerek, daha verimli çıktılar elde etme imkanı kazandı. Bu kitlesel büyük bir üretimdi. Ancak; bu hacimde üretimin bir sonucu vardır ki, sistemin sürdürülebilmesi için daha ucuz emek ve daha zayıf pazarlar gerekir. Batı'nın bu pazarlara ulaşabilmek için kendi aralarında verdiği savaşlar meşhurdur. İnsanın saf aklına yöneldiği ve bunu hızlandıracak yatırımların yapıldığı coğrafyalar tabi ki büyük bir zenginlik ve refah kazanacaktır. Ancak bu, sadece bir sonuçtur. Gelişen coğrafyalar elbette zayıf olanların kaynaklarına el koyacaktır. Bunu yaparken zayıf olanları da dönüştürecektir. Ancak Batı, dönüşümleri sadece pratik akıl üzerinden yaptı. Ancak, doğa yasaları içerisinde işleyen bir kural vardır ki; pratik akıl üzerinden yapılan dönüşümler toplumsal alana yönelirse, aynı şekilde insan duygulanımlarına yönelir.

Batı, kapitalist ekonomik sistemin kendi içerisinde belirli aşamaları olduğunu da sonradan farketti. Kendilerinin ürünlerini pazarlayabileceği, zayıf pazarlar aradılar. Zayıf insanların ucuz emeğini kullandılar ve böylece onların daha da zayıfladığını sandılar. Ancak, zayıf olan zayıflayamaz. Doğa döngüsel olarak değil, çizgisel olarak ileriye evrilir. Ve bu yön gelişimi temsil eder.

Doğa içerisinde zayıf olanların varolamaması gerekir. Gerekir çünkü varolamaz. Doğa yasaları içerisinde iyi ve kötü kavramlarına da yer yoktur. Batı ülkeleri, ele geçirdiği pazarların ham maddelerine ve emeğine el koydu. Ancak onların zayıf yaşamlarına; kendi gündelik faydaları uğruna, kendi duygulanımlarını tatmin etmek pahasına göz yumdular ve hala yumuyorlar. Ekonomik bir sistem saf akla yönelmelidir. Eğer toplumsal yapıya yönelirse, belirlenimsel bir anlam kazanır. Kapitalist sistem için de olan aynı budur. Başlangıçta Thomas Hobbes'un materyalist mekanik evren tasavvurundan hayat bulan, güçlü realist bir felsefi temelin yoğurduğu sistem; anlama yetisi ve felsefe için hiçbir değer bulmayan ve sadece duygulanıma yönelen pragmatizm hastalığına tutuldu. Hem de, hastalığın bizzat kaynağı olan toplumsal bir pragmatizme. Batı, çoğunluğun ve toplumun yararını icat ederek; kendi kafasına kurşun sıkmış oldu.

Oysa görülüyor ki, anlama yetisine doğru devinim ilerledikçe; emeğin, çoğunluğun, zayıf pazarların, zayıf insanların tüketiminin hiçbir değerinin olmadığı ortaya çıkıyor. Evren aslında, bir tür makinedir. İnsanlar da doğalarına yönelerek olması gerektiği gibi makineleşiyorlar. Yapay zeka, bilgisayar teknolojileri hızla gelişiyor. Batının bir zamanlar kendi gündelik duygusal çıkarlarına hizmet eden zayıf çoğunluk, gün geçtikçe daha da gereksizleşiyor. Ancak zaten başta da gereksizdi ve bilimsel devrimin doğası bir türlü anlaşılamayınca, bu da bir türlü anlaşılamadı. Doğal olarak üretim de; saf akla yönelmeyen, bu çoğunluğun aptal duygulanım ihtiyaçlarına yönelen ve buna göre şekillenen bir hal aldı. Bilim kendisi için değil, zayıf insanların ihtiyaçları için varolmaya başladı. Batı'da gerçekleşen bilimsel devrim gün geldi, zayıf kalmış doğu insanlarının bu zayıflıklarının hizmetkarı oldu. Doğa kendisini temizleyecek mekanizmalara ise zaten sahiptir. Bunu burada nereden görüyoruz, anlama yetisinin yapısından.

Bilimsel devrimin kurucularından olan büyük düşünür Descartes daha kitabının başında; "anlama yetisi bütün insanlara eşit olarak dağıtılmıştır. Görülen farklılıkların sebebi ise, sadece bir yöntem sorunudur" dediğinde, aslında çok daha fazla şey söylüyordu. 

Doğa hiçbir şekilde zayıflığa yer vermez. Önceleri Batı'nın aptal bencil duygusal çıkarlarına hizmet eden, sonra da kendi aptal duygulanımlarına yönelen Doğu toplumları sanılmasın ki olduğu yerde kalacaktır. Kalmıyorlar da. 20 yy. Japonya'nın yükselişine sahne oldu. 21. yy ise Çin'in durdurulamayan devasa yükselişine tanık oluyor. Güney Kore'nin durumu ortada. Aynı şey Hindistan için de gerçekleşecek. Batı, bu şekilde davrandığı sürece diğerleri için de. Doğa, kendisini çatışmalar ile temizlemesini biliyor. Batı'nın zayıf olanlara uyguladığı bu politikalar, aslında kendilerinin bir zayıflığıdır. Çünkü, doğa yasaları içerisinde zayıf olanlara gösterilen hoşgörünün kendisi bir tür zayıflıktır.

Zayıf olan, zayıflığını ortaya koyduğunda; ona hükmedenin yapacağı tek şey onu dönüştürmektir. Bu ise genellikle, zayıf olanın yaşamının sona erdirilmesi anlamına gelir. Bu, türlerin birbirleriyle veya kendi arasındaki ilişkilerinde de geçerlidir. Bilinir ki; bir tür içinde varolan ufak bir zayıflık, o türün bütününü etkiler. İnsan türü ise, toplum denen hastalık içerisinde olduğu için yıkımlardan kurtulamıyor. Nitekim Batı, diğer toplumlara uyguladıkları hataları kendilerine de uyguladı. Toplumsal yapılarının zayıflamasının ve bireyselleşmelerinin değerini çok geç anladı. Geçmiş büyük düşünürlerine ihanet ederek, kendi içerisindeki zayıf insanların da; bilimi, kendi tutkularına köle etmesine göz yumdu.

Bilimsel devrim içerisinde ortaya çıkan bu zayıflık, Dünya üzerinde büyük bir nüfus problemini de beraberinde getirdi. Varoluş çizgisinden sapmış insanlar yaşamaya ve çoğalmaya başladılar. Ancak sanılmasın ki yine bu doğa için problem. Bu, insan türü için problemdir. Artık bunun anlaşılması gerekiyor. Doğa kendisini, insanın algıladığı zaman kavramından bağımsız olarak dengeye sokmasını biliyor. Anlama yetisinin geliştiği her yerde; nüfus sayısı da azalır, yaşam kalitesi yükselir. Bu, hep böyle oluyor ve böyle olacak. Batı Avrupa insanları, kendilerini doğanın efendisi olarak görmeye başlamakla öyle bir hata yaptılar ki. Doğu toplumlarının ilkelliğini, aptallığını kendilerine bir kazanç olarak varsaydılar. Varoluş çizgisinden sapmış insanların yaşayışlarını görmekten, incelemekten, onu anlamaya çalışmaktan öylesine hoşnut oldular ki. Oysa, toplumsal her türlü kategorilerin basit formasyonlara ayrılabileceğini unuttular ( tıpkı, benim burda insan toplumunu sığ bir şekilde, doğu ve batı olarak ayırdığım gibi ). Toplumsal ilkelliğin anlaşılması için, yoğun uğraşlara gerek yoktur. Uğraş verilmesi gereken; saf aklın evrensel, evrimsel ilerlemesinin izlenmesidir.

Hatta, yaşanan nüfus artışlarını bile; yeni ucuz emek ve pazar alanları olarak gördüler ve hala buna devam ediyorlar. Oysa her defasında kendilerini daha çok bağımlı bir hale getiriyorlar. Uygulanan hatalı yaklaşımlar anlaşılmaz bir nefret üretimi de yaratmakta. Nefretin de, bir tür belirlenim olduğu unutulmamalı. Batılılar hatalarını sanırım yavaş yavaş anlıyorlar, veya anlamaları gerekiyor.

Zayıf insanların dönüşümü aslında en iyi şekilde şunu ifade eder. Gelişmiş insanların; zayıf insanların kaynaklarına el koyup, onları saf bilime yatırmaları. Bunu az da olsa Batı uyguladı. Ama bu, o kadar sınırlı kaldı ki. Bu gün dahi internet teknolojileri ve uygulamaları çoğunluğa, onların aptal duygulanımlarına o kadar esir bir halde ki; internet üzerinde varolan bir video dahi değerini; onu ne kadar aptalın, ilkelliğin, zayıflıkların, duygulanımların izlediğiyle belirliyor. Üretilen neredeyse her şey, duygulanımdaki ekonomik çıkarlara yöneliyor. Şu anlaşılmalı ki; bir insanın zayıf olması demek doğuştan problemler dışında; onda zeka düşüklüğü olduğu, anlama yetisinin onda varolmadığı veya eksik olduğu demek değildir. Yalın bir şekilde söyleyecek olursak insan zayıflığı; onun yoğun duygulanımlarının, saf aklını baskı altında tuttuğu anlamına gelir. Bunun en temel nedeni; toplumsal etkilenimlerdir. Doğa ise her zaman; kendi bir tür yasası olan anlama yetisine, baskın çıkacak özellikleri vermiştir. 

Son olarak; Batı'nın artık şunu çok iyi anlaması gerekiyor. Zayıf olarak yaşamasına izin verilen insanlar zayıf kalamazlar, eninde sonunda saf akla yönelirler, eninde sonunda kendi zayıflıklarını zayıflatırlar; belki insan türü hasar görür, bunca acı yaşanır, bunca yıkım gerçekleşir, süreç uzar, ama eninde sonunda gidilecek yol bellidir. Doğadaki varoluşun gerekliliği budur. Çünkü, zayıf olarak doğada varolunamaz. Eğer Batı ülkeleri, kendisine verilen bu tarihi fırsatı tam olarak kullanabilseydi; bu gün insanlığın yaşadığı nüfus, iklim, toplumsal çatışma problemleri de olmayacaktı. En azından daha az olacaktı.

Batı, şirketlerinin çıkarlarını saf bilimin çıkarlarına tercih etti. Ekonomik kazanımlarını yeterince saf akla yöneltemedi. Daha çok, toplumsal duygusal belirlenimlerine yöneltti. Ancak şunu da iyi bilmeleri gerekiyor; Doğa, verdiği fırsatların boşa harcanmasına izin vermez, vermiyor da.


Not: Burada, Batı ülkelerindeki insanlar üzerine çağrı yapıp, Türkçe dilini kullanmam tuhaf görülebilir. Ancak, bunu tuhaf görenlerin toplumsal dillere bakışımı bilmesi gerekir.