Rene Descartes |
Galileo
'doğa, Tanrı'nın matematik diliyle yazdığı bir kitaptır' der. Gerçekten
de Galileo'nun öncüsü olduğu bilimsel devrim, insanlığa doğa
bilimlerinde hızlı bir ilerleme imkanı sağladı. Bu yeni evrenbilimde her
değişme ve onun süreçleri, değişmenin başlangıcında zaten varolan maddi
şeylerin eylemiyle ve etken nedenlerin referans alındığı temel
ilkelerle açıklanmaya başlandı. Bu ilkelerin etkin ve edilgin yanları,
onlara can veren ve onları yöneten yasalar olarak birbirlerinden
ayrılarak açıklandı. Bu; Aristoteles'den çok, Platoncu bir yaklaşımdı.
Çünkü bu yeni kozmolojide; değişmenin bir eğilimin ifadesi olduğu
şeklindeki Aristotelesçi gelenek yerine, değişmenin yapının bir işlevi
olduğu Platoncu öğreti geçiriliyordu. Doğal şeylerin davranışı, onların
matematiksel yapısının bir etkisi olarak açıklanıyordu. Bu, Platon'nun
Pythagoras'dan aldığı bir düşüncedir. Pythagoras'a göre; farklı
geometrik şekillerin her biri uzaysal biçimler olsa da, yani soyut
kavramlar olup maddi gerçeklikleri bulunmasa da, niteliksel farklılıklar
barındırmaktaydılar. Pythagoras bundan hareketle; doğadaki niteliksel
farklılıkların, geometrik yapılardaki farklılıklardan ileri geldiğini
düşündü. Bu niteliksel farklılıkların, niceliksel ölçütlere indirgenmesi
demekti. Onun bu görüşlerinin diriltilmesi, modern evrenbilimde bir
devrim demekti. Çünkü örneğin modern bir fizikçi; ışığın dalgalardan mı,
yoksa parçacıklardan mı oluştuğunu bilemese de; hızını ve kırılma
yasalarını bildiği için, bunların denklemleriyle yaptığı açıklamalar bir
tür Pythagorascı açıklamalardır. Böylece evrenin ilk maddesinin
aranmasının gereksizliği ortaya çıkmakta, doğaya matematiksel bir dille
yaklaşılmasının önü açılmaktaydı. Böylece matematik ve geometrik
yasalar, fizik bilimi için en iyi yöntem olarak düşünüldü. Bu yeni
yöntem sayesinde Copernicus salt matematiksel hesaplarla, Güneş merkezli
evren teorisini ortaya attı. Böylece evrenin merkezi, yerküreden
Güneş'e kaydırıldı. Bu yeni teori fizik biliminde örtük olarak, maddenin
bir merkezinin olmadığı düşüncesinin gelişiminin önünü açtı. Giordano
Bruno daha da ileriye giderek, göksel ve yersel tözler arasındaki
Aristotelesçi ayrımı yadsıdı. Aristoteles'in göksel alemin Tanrısal bir
töz taşıdığı düşüncesini reddetti. Böylece yıldızlar ve diğer göksel
varlıklar, bizim dünyamızla aynı yasalara tabi kılındı. Bu, insan
aklının keşfedebileceği bilimsel yasaların evrenin her yerinde geçerli
olacağını gösteriyordu. Newton'ın ayı yörüngesinde tutan güçle, elmayı
yere çeken gücün aynı olduğunu anlayabilmesi; işte doğrudan bu yeni
fizik biliminin, yer merkezli gökbilimini yadsıması sayesindedir. Bu ise
insan aklının zaferinden başka bir şey değildi.
Descartes'a
göre; zihni yani düşünen tözü, uzamlı bir töz olmadan da açıkça
algılarız. Burada tözden anlaşılması gereken, varolmak için kendisi
dışında başka bir şeye ihtiyacı olmayan şeydir. Aynı şekilde, bedeni de
zihnimizi dışarda bırakarak açıkça algılayabiliriz. Birbirleri olmadan
varolabilen tözler ayrı kabul edilir. Bu nedenle Descartes’a göre, zihin
ile madde birbirlerinden ayrı tözlerdir ve birbirlerinden ayrı olarak
ele alınabilinir. Özdeksel şeyler ile ilgili düşünüldüğünde ise, uzamlı
tözün gerçekten varolduğu kabul edilmelidir. Çünkü enazından, bu tür
şeyler tarafımızdan açık ve seçik olarak algılanır. Dahası uzamlı töz;
bizde haz, acı gibi duyumların oluşması için yeterli nedendir. Bunun
dışında herhangi bir doğaüstü neden kabul etmek, bizim açık ve seçik
algılarımızı tümden yok edecektir. Uzamlı töz tarafından oluşturulması
gereken duyumlarımız arasında da, oldukça farklı özellikler
gözlenebilinir. Ancak açıkça söylenebilinir ki, maddenin bir parçasıyla
açıkça birleşmiş olduğumu, diğer parçalarıyla bu biçimde birleşmiş
olmadığımı anlayamamam durumunda, bu ayrımların nedenini de anlayamam.
Burada
birazdan bahsedilecek bazı kavramların öncesinde açıklanması gerekiyor.
Uzamdan anlaşılan, üç boyuttan oluşandır. Uzam denildiğinde, uzatma
eylemi veya nicelikten ayrı bir şey düşünülemez. Atom denilince
anlaşılan, maddenin doğası bakımından bölünemez olan parçasıdır. Boşluk
ise; cisimsiz, uzamsız veya tözü olmayan uzaydır. Yer ve mekan burada
aynı şeyler değildir. Yer denilince anlaşılması gereken, cisimlerin
birbirlerine göre konumudur. Mekandan ise anlaşılması gereken, bir yeri
kaplayan uzamsal boyutlardır. Yer durumu gösterir, mekan ise büyüklük ve
şekli belirtir. Bir yerdeki cisim ve onun mekanı ancak düşüncede
ayrılabilir. Fiili durumda ise bir ayrım içermez. Çünkü; mekanı yani iç
yeri oluşturan uzunluk, enlilik ve derinlikçe uzam, aynı zamanda cismi
de oluşturur. Bu önemlidir çünkü burası, Descartes'ın özdeksel doğa ile
ilgili düşüncesinin temelini oluşturur. Bunun anlaşılamamasının nedeni
ve buradaki yanılgıların temeli; cisme hareket ettiği zaman, onunla
birlikte hareket eden tikel ve özel bir uzam yüklememizden ve uzayı
öylesine genel ve belirsiz bir uzam olarak kavramamızdan oluşur.
Descartes'a göre yer değiştirme ise; maddenin bir parçasının, ona
doğrudan bitişik olan ve durgun kabul edilen cisimlerin civarından,
diğer civarına aktarımıdır. Örneğin; bir sünger sıkıldığı zaman,
öncesinde olduğundan daha az yer kaplamaz. Çünkü; süngerin dokularındaki
hava itilerek, süngerin parçaları tarafından aktarılır. Bunun için;
süngerin genişlemesi veya daralması, onun daha fazla uzam kazandığı veya
kaybettiği anlamına gelmez. Bunun için yer değiştirme bitişik
cisimlerin civarından, diğerlerinin civarına doğru gerçekleşir. Bir
yerden başka bir yere doğru değil. Çünkü, yer zihnimize bağlıdır. Bunun
için, bir cismin aynı anda yer değiştirip değiştirmediği söylenebilinir.
Ancak, aynı anda aktarıldığı veya aktarılmadığı söylenemez. Ayrıca bu
aktarım, cismin aktarılmış olmasına gönderme yapar; bunu, aktarımı
gerçekleştiren kuvvet ya da eylemle karıştırmamak gerekir. Aktarımın
durgun bitişik cisimlerin civarından olduğunun da eklenmesi gerekir.
Çünkü; bir A cisminin durgun bir B cisminden uzaklaşabilmesi için, bir
tarafta diğer taraftakiyle aynı kuvvet gerekir. Örneğin; çamura
saplanmış bir tekneyi çıkarmak için tekneye uygulanması gereken kuvvet
aynı zamanda, dibe uygulanması gerekenle aynıdır. Sonuçta aktarım
karşılıklıdır. Bir A cismi B’den uzaklaşıyorsa, B de A’dan
uzaklaşmıştır.
Buradaki
yanılgıların bir nedeni de ona göre; seyrekleşme ve boşluk üzerine
edinilen hatalı kanılar oluşturmaktadır. Cisimlerin seyrekleşmesi hatalı
olarak, uzamının artması olarak yorumlanmakta ve yer uzamdan ayrı bir
şeymiş gibi düşünülmektedir. Sünger örneğinde olduğu gibi, seyrek bir
cismin bu bölümlerinin uzamını başka maddelere yüklemek gerekir.
Örneğin, süngerin odacıklarını dolduran hava gibi. Bunun için sünger
yoğunlaştırılınca uzamı azalmamakta, sadece itki nedeniyle cisimler
arasında aktarım olmaktadır. Cismin özünü oluşturan uzam, aynı zamanda;
özdeğin, mekanın ve uzayın da özünü oluşturmaktadır. Hatalı düşüncelerin
diğer bir nedeni de; sanki cisimlerin üzerinde hareket ettiği, özdekten
bağımsız mutlak bir mekanın olduğu düşüncesidir. Örneğin; rüzgarla
hareket eden bir geminin odasında oturan bir kimse; eğer gemiyi göz
önünde düşünürsek bize yer değiştirmez olarak görülür, çünkü gemideki
cisimlere göre durumu hep aynıdır. Ancak çevredeki yer şekillerine göre;
bize hareket ediyormuş olarak görülür. Çünkü, çevrelerindeki karalardan
uzaklaştıkça başkalarına yaklaşır. Buna yerkürenin hareketini de hesaba
katabiliriz. Eğer bunu da geminin hareketine eşit varsayarsak, bu sefer
kişi bize yine hareket etmiyor olarak görülecektir. Çünkü gemideki bir
yeri, gökyüzünde varsaydığımız durağan noktalara göre belirliyoruz. Oysa
Descartes'a göre; evren üzerinde hiçbir sabit nokta bulunamaz. Bu
yüzden mutlak bir mekandan da söz edemeyiz.
Bilimsel
devrimin öncülerinden olan Galileo, doğası gereği bilinebilir olanların
niceliksel ve ölçülebilir olanlar olduğunu ileri sürmüştü. Cisimlerin
sertlik, renk, ağırlık, sıcaklık gibi niteliksel öğeleri duyu
algılarımızın bizim ruhumuza yaptığı etkilenimlerdir ve bunların bizden
bağımsız ayrı bir varoluşları yoktur. Descartes, Galileo'yu takip ederek
bu niteliksel öğelerin cismin özünden atıldığında cismin doğasının
bozulmadan kalacağını, çünkü onun tözünü oluşturan şeyin; uzunluk,
enlilik ve derinlik gibi uzamsal ve niceliksel öğeler olduğunu belirtir.
Bunun dışındakiler örneğin; sert bir taşın toz haline getirilmesiyle
sertlik, saydam bir hale getirilmesiyle renk, yerçekiminin azaldığı bir
ortamda ağırlık gibi niteliksel öğeler atılabilinir. Aynı şekilde;
soğukluk ve sıcaklık gibi ölçütler, aynı duyu için farklı zamanlarda
dahi değişebilir veya bir taşın sıcak ve soğuk olduğu durumlarda özünde
bir değişimin olduğu söylenemez. Bunun için uzam dışında kalan şeyler,
cismin özünden atılmalıdır.
Descartes'a
göre; uzamı veya tözü olmayan uzay anlamında da, bir boşluğun varolması
imkansızdır. Çünkü; mekanın, iç yerin uzamı hiçbir zaman cismin
uzamından ayrılamaz. Nasıl ki bir cismin uzamlı olmasından onda töz
olduğu çıkarılırsa, bu durum boş sayılan mekan için de geçerlidir.
Mekanda uzam olduğuna göre, zorunlu olarak töz de bulunmaktadır.
Yokluğun uzamı olmaz. Aralarında boşluk olan iki şeyin birbirleri
arasında uzaklık bulunması çelişik bir şeydir. Çünkü, uzaklık uzamın bir
özelliğidir ve uzamlı bir şey olmadan varolamaz. Ancak, biz günlük
kullanım dilinde boşluk sözcüğünü çoğu kez, bir durumu belirtmek için
kullanabiliriz. Örneğin, vazonun içi boş gibi; ancak gerçekten vazonun içi
boş olsaydı, onun kenarları derhal birbirlerine yapışacak ölçüde
yaklaşırdı.
Descartes,
maddenin tözünü bölünemez atomların oluşturduğu tezini de reddeder.
Bölünemez ne bir atom, ne de küçük bir cisim varolabilir. Bu türden
atomlar ne kadar küçük olurlarsa olsunlar, uzamlı olmaları gerekir. O
halde, daha küçük bölümlere ayrılabilinecekleri doğal olarak ortadadır.
Her nicelik sonsuzca bölünebilir. Tanrı’nın, uzamı insanın bölemeyeceği
bir ölçü içerisine sokabileceği kabul edilse bile; Tanrı yine de
kendini, onu bölebilme gücünden yoksun bırakamaz. Çünkü, tümel gücün
eksilme olasılığı yoktur. Ayrıca Descartes’a göre, evrenin uzamı
sınırsızdır. Çünkü, her sınırın ötesini zihnimizde düşünebiliriz. Uzayın
her yeri de, aynı özdekten oluşmuştur. Böylece Descartes,
Aristoteles’in göksel ve yersel tözler ayrımını kesin bir şekilde
ortadan kaldırır. Özdeksel töz burada anlatıldığının dışında, başka bir
fikri kapsayamaz. Bunun için; farklı boyutlarda, farklı evrenlerin
olduğu fikri anlamsızdır. Ancak buradaki farklı evrenlerden anlaşılması
gereken, doğa yasaları dışında farklı yasaların işlediği yerlerdir.
Buradaki farklılık; niceliksel bir farklılık değil, niteliksel bir
farklılığın imkansızlığıdır.
Descartes’ın
hareket ile ilgili teorilerine gelince. Devinim; özdeğin bir bölümünün
ya da bir cismin doğrudan doğruya ilişkide bulunduğu yani bitişik olan
ve durgun olarak varsayılan cisimlerin yanından, diğer yanına geçmesidir
demiştik. Hareket her zaman, bir yerden başka bir yere geçmedir.
Hareket, onu harekete geçiren güç ya da etki değildir. Bir cisim diğer
bir cismin yerine, ancak bu cisim de diğer bir cismin yerine geçerse
geçebilir. Bu yadsınırsa; aynı yerin kendisinden daha çok cisimsel tözü
içermesi gerekir ki, bu olanaksızdır. Bir cisim başka bir cismin yerine
geçtiğinde terk ettiği yer, aynı anda ona doğrudan bitişik başka bir
cisim tarafından kaplanır. Bir yerden diğerine, kendisinden her zaman
daha kısası bulunan bir zamanı gerektirmeyen bir hareket olamaz. Bundan
bir cismin yerinin A cisminin yerine geçmeden önce, belli bir yer
boyunca hareket etmesi gerekecek olan başka bir cisim tarafından aynı
anda doldurulamayacağı sonucu çıkar. Bu nedenle ancak, o cisme doğrudan
bitişik olan cisim aynı anda onun yerini alır. Hiçbir zaman bir cismin
boşluk nedeniyle hareket ettiği söylenmemelidir. Yalnız başka bir cisim
tarafından hareket ettirildiği söylenmelidir. Ayrıca, A ile B noktaları
arasındaki yer her yerde eşitsiz ise; A - B boyunca akan bir sıvı,
belirsiz sayıda hız dereceleri alır ve belirsiz sayıda parçacığa
bölünür. Çünkü; A ile B arasında, belirsiz sayıda hep daha küçük yerler
düşünebiliriz.
Descartes’a
göre hareket için gerekli olan etki, durgunluk için gerekli olandan
fazla değildir. Ancak; cisimlerin durgunluk durumlarında, onlara etki
eden kuvvetleri duyumsamayız. Bu nedenle genelde bir şeyi hareket
ettirmek için gerekli olan gücün, onu durdurmak için gerekli olandan
daha fazla olduğunu sanıyoruz. Oysa; dış etmenlerin yok sayıldığı
akıntısız bir ortamdaki bir gemiyi yürütmek için harcadığımız kuvvet,
onu birdenbire durdurmak için harcadığımıza eşittir. Aslında mutlak
olarak durgun hiçbir şey yoktur. Bir A cismi, durgun B cisminden
uzaklaşıyorsa; B'de A'dan uzaklaşıyordur. Burada duyusal yanılgılarla
karşılaştığımız için, iç yerin de cisimle beraber taşınmak zorunda
olduğunu kavrayamıyoruz. Veya onun zaten cismin tözü olduğunu da. Ayrıca
bir cisim neredeyse sonsuz hareket etkisinde kalabilse de, genel olarak
iki tür hareket vardır. Bunlardan birisi dairesel, diğeri de çizgisel
harekettir. Descartes'a göre; dairesel hareket de, bir tür çizgisel
harekettir. Örneğin; dairesel hareket eden bir tekerlek, çizgisel bir
yol izler. Veya dairesel olarak gerilen bir sapandan fırlatılan taş,
çizgisel bir yol izler. Çünkü, doğa her zaman en kısa ve en basit olan
yolu izlemek ister. Ancak insanlar ise her zaman basit olanı; en ucuz ve
faydasız bir yol olarak düşünür. Karmaşık ve anlaşılmaz olanın daha
değerli olduğunu sanar. Bilgiden değil, abartılı ve içerik olarak boş
sözlerden hoşlanır.
Şimdi artık Descartes'ın belirlediği üç temel doğa yasasından bahsetmek gerekiyor;
Birinci
doğa yasası; her şey, başka bir şey onu değiştirmediği sürece bulunduğu
durumda kalır. Bu, Galileo'nun keşfettiği eylemsizlik yasasından başka
bir şey değildir.
İkinci
doğa yasası; harekette olan her cisim, hareketine doğru bir çizgi
boyunca devam etmeye çalışır. Bu yukarda bahsettiğim; tekerlek ve
sapandan atılan taş örneğinde geçen durumla ilgilidir.
Üçüncü
doğa yasası; harekette olan bir cisim, kendinden daha güçlü bir şeye
rastlarsa; hareketinden bir şey yitirmez. Bu durumda yönünü, kendisine
etki eden daha güçlü cismin yönüne değiştirir. Ancak, harekete
geçirebileceği kendinden daha az güçlü bir şeye rastlarsa; ona verdiği
hareket kadar, kendi hareketinden yitirir. Bu durumda onu, kendi yönüne
çevirir ve hareketlerinin niceliği eşitlenmek zorundadır.
Üçüncü
doğa yasası burada önemli bir şeyi bildirir. Buna göre; doğada her
zaman, hareketin niceliği korunmaktadır. Örneğin; aynı kütledeki iki
cisimden birincisinin 6 birim hıza sahip olduğu düşünüldüğünde o,
kendisine doğru gelen 4 birimlik cisimle çarpıştığında; fazladan sahip
olduğu iki birimlik hızının yarısını diğerine aktarır. Hızları eşitlenir
ve aynı yöne doğru yönelirler. Bunların çeşitli formları vardır. Bu
yasada önemli olan, doğada hereketin niceliğinin korunduğunun
belirtilmesidir.
Rene Descartes modern
felsefenin kurucusudur ve Galileo'nun bilimsel devriminin de mükemmel
bir yorumcusu. Onun teorileri, o dönemde çığır açıcı şeylerdi ve bu
nedenle de çokca eleştirilmiştir. Onun en hararetli eleştirisi; çağdaşı
Henry More tarafından gelmiştir.
More, Descartes’ın
uzay ya da uzamı özdekle özdeşleştirmesine iki yönde itiraz eder.
Birincisi; bu özdeşlik, genel olarak varlığın bir yüklemi; More’a göre
gerçekten varoluşun zorunlu koşulu olan uzamı, yalnızca özdeğin özsel
bir yükleminin rolüne indirger ve tinin varlıkbilimsel değer ve önemini
kısıtlar. Hatta More’a göre bu durum, tinin yadsınması anlamına gelir.
Ona göre, Descartes’ın öne sürdüğü gibi uzamlı ve uzamsız iki töz
yoktur. Özdeksel töz gibi, tinsel töz de uzamlıdır. İkincisi More’a göre
Descartes; hem uzayın, hem de özdeğin belirli özelliklerini anlamayı
başaramamıştır. More'a göre özdek, uzay içerisinde devingendir ve içine
işlenemezliği nedeniyle uzay kaplar. Uzay ise devingen değildir; uzay,
içerisinde özdek bulunması ya da bulunmaması yönünden etkilenemez.
Özdek, uzay olmaksızın düşünülemezdir. Oysa, uzay özdek olmasa da aklın
zorunlu bir ideasıdır. More'a göre tin; içine işlenebilinirliği,
bölünemezliği, genleşme gibi özellikleriyle ayırt edilir. Bu açıklama
için verilecek örnek ışıktır. Işık; özdeksel bir şey olmasa da, uzam
boyunca yol katedebilir. Cisimlerin içine işleyebilir. Bu günkü bilim
ölçeğinde bakıldığında örneğin; aynadaki bir yansımanın uzayda kapladığı
bir mekanının olduğu kabul edilmektedir. Bunlar göz önünde
bulundurulduğunda; More'un yapmış olduğu eleştiriler tamamen yersiz
sayılamaz.
Henry More,
Descartes’ın devinim tanımını da eleştirir. Descartes’ın devinim
tanımından yola çıkarsak; büyük bir silindirin ekseni ve çeperi
etrafında sıkıştırılmış bir cismin, silindir çevrildiğinde dinginlikte
kalması gerekecektir. Ancak bu cisim, dışardaki başka bir cisme
uzaklaşıp yakınlaşabilecektir. Ancak bu eleştiri yersiz gözükmektedir.
Çünkü, devinimin göreceliliği üzerine kartezyen anlayış kabul edilirse;
yukarda bahsedildiği gibi, cisimleri mutlak olarak devinimsiz ya da
devinimli kabul etme gibi bir hakkımız olmaz. Ancak, cisimlerin
kendisine göre dinginlikte ya da devinimde görüleceği kabul edilir.
Böylece aynı cismin; çevresi açısından dinginlikte, ama daha uzağa
yerleştirilmiş bir cisim açısından devinimde olabileceği çelişik olarak
görülmez. More devinim kavramını, bir arı ilişki kavramına dönüştüremez.
Ancak yine de Henry More’un bu itirazları, fizikte görelilik problemine
işaret eden ilk uslamlamalardır.
Descartes’a
yöneltilen bir başka önemli eleştiri de, modern dönemin diğer büyük
filozofu Gottfried Leibniz tarafından dile getirilir. Ona göre;
cisimlerin tüm yapısı, yalnız uzamdan kurulmuş olamaz. Onda tinsel bir
tözün varlığını görmek gerekir. Büyüklük, biçim, devinim gibi kavramlar
sanıldığı gibi seçik kavramlar da değildir; bunlar, imgesel
algılarımızla ilgili bazı şeyler taşırlar. Algılarımız her zaman
doğrudur; bunun için bizi yanıltan algılarımız değil, yargılarımızdır.
Leibniz’in Descartes
mekaniğine yönelik getirdiği en ciddi itiraza gelince. Kartezyenlere
göre; Tanrı her zaman aynı devinim niceliğini korumaktadır. Devinim
niceliği; cismin hızıyla büyüklüğünün çarpımına eşittir. Ancak, sürekli
bir mekanik devinimden söz edilemez. Çünkü olsaydı; makinenin
sürtünmeyle azalan gücü yeniden dirilir, sonuçta dışardan bir itki
olmaksızın artardı. Cismin gücü, bitişik cisimlere onu aktardığı ölçüde
azalır. Leibniz’e göre; kartezyenler bunun devinimin niceliği için de
söylenebilineceğini sandılar. Örneğin bir sarkaç, havanın direnci
olmasa, geldiği yüksekliğe tam olarak çıkabilir. Burada korunan devinim
değil, güçtür. Bu ikisi birbirinden farklı şeylerdir. Güç,
yaratabileceği etkinin niceliğiyle ölçülür. Bu, cisme verilebilecek
hızdan farklı bir şeydir. Bir cisme iki kat hız verebilmek için, ona iki
kattan fazla güç vermek gerekir.
Güçle devinim
niceliği arasındaki ayrım, cismin olgularını açıklamak için uzamdan
başka metafizik düşüncelere başvurulmasını gerektirir. Devinim, bir yer
değiştirme veya cismin birbirine göre durumları şeklinde ele
alınmamalıdır. Bu şekilde ele alınırsa; hangi cismin devinimli,
hangisinin durgun olduğu anlaşılamaz. Ancak güç daha belirli ve
gerçektir. Bu nedenle Leibniz’e göre doğa; matematiksel ilkelerden çok,
metafiziksel ilkelere göre yorumlanmalıdır.
Burada kartezyen
fizik kuramının ilkelerini detaylıca açıklamaya çalıştım. Leibniz’in de
dediği gibi; Descartes felsefesi doğru bilgiye geçiş yeridir, bu yerden
geçmeden doğruya varmak zordur.
REFERANS
Collingwood, R. George, Doğa Tasarımı, (çev) Kurtuluş Dinçer, Ankara, İmge Kitabevi, 1999
Descartes, Rene, Felsefenin İlkeleri, (çev) Mesut Akın, İstanbul, Say Yayınları, 2007
Koyre, Alexandre, Kapalı Dünyadan Sonsuz Evrene, (çev) Aziz Yardımlı, İstanbul, İdea Yayınları, 2014
Leibniz, Gottfried, Metafizik Üzerine Konuşma, (çev) Afşar Timuçin, İstanbul, Bulut Yayınları, 2010
Spinoza, Benedictus, Descartes Felsefesinin İlkeleri ve Metafizik Düşünceler, (çev) Coşkun Şenkaya, Ankara, Dost Kitabevi, 2014