8 Nisan 2019 Pazartesi

Kartezyen Fizik Kuramı ve Uzayın Özdekleştirilmesi

Rene Descartes
Galileo 'doğa, Tanrı'nın matematik diliyle yazdığı bir kitaptır' der. Gerçekten de Galileo'nun öncüsü olduğu bilimsel devrim, insanlığa doğa bilimlerinde hızlı bir ilerleme imkanı sağladı. Bu yeni evrenbilimde her değişme ve onun süreçleri, değişmenin başlangıcında zaten varolan maddi şeylerin eylemiyle ve etken nedenlerin referans alındığı temel ilkelerle açıklanmaya başlandı. Bu ilkelerin etkin ve edilgin yanları, onlara can veren ve onları yöneten yasalar olarak birbirlerinden ayrılarak açıklandı. Bu; Aristoteles'den çok, Platoncu bir yaklaşımdı. Çünkü bu yeni kozmolojide; değişmenin bir eğilimin ifadesi olduğu şeklindeki Aristotelesçi gelenek yerine, değişmenin yapının bir işlevi olduğu Platoncu öğreti geçiriliyordu. Doğal şeylerin davranışı, onların matematiksel yapısının bir etkisi olarak açıklanıyordu. Bu, Platon'nun Pythagoras'dan aldığı bir düşüncedir. Pythagoras'a göre; farklı geometrik şekillerin her biri uzaysal biçimler olsa da, yani soyut kavramlar olup maddi gerçeklikleri bulunmasa da, niteliksel farklılıklar barındırmaktaydılar. Pythagoras bundan hareketle; doğadaki niteliksel farklılıkların, geometrik yapılardaki farklılıklardan ileri geldiğini düşündü. Bu niteliksel farklılıkların, niceliksel ölçütlere indirgenmesi demekti. Onun bu görüşlerinin diriltilmesi, modern evrenbilimde bir devrim demekti. Çünkü örneğin modern bir fizikçi; ışığın dalgalardan mı, yoksa parçacıklardan mı oluştuğunu bilemese de; hızını ve kırılma yasalarını bildiği için, bunların denklemleriyle yaptığı açıklamalar bir tür Pythagorascı açıklamalardır. Böylece evrenin ilk maddesinin aranmasının gereksizliği ortaya çıkmakta, doğaya matematiksel bir dille yaklaşılmasının önü açılmaktaydı. Böylece matematik ve geometrik yasalar, fizik bilimi için en iyi yöntem olarak düşünüldü. Bu yeni yöntem sayesinde Copernicus salt matematiksel hesaplarla, Güneş merkezli evren teorisini ortaya attı. Böylece evrenin merkezi, yerküreden Güneş'e kaydırıldı. Bu yeni teori fizik biliminde örtük olarak, maddenin bir merkezinin olmadığı düşüncesinin gelişiminin önünü açtı. Giordano Bruno daha da ileriye giderek, göksel ve yersel tözler arasındaki Aristotelesçi ayrımı yadsıdı. Aristoteles'in göksel alemin Tanrısal bir töz taşıdığı düşüncesini reddetti. Böylece yıldızlar ve diğer göksel varlıklar, bizim dünyamızla aynı yasalara tabi kılındı. Bu, insan aklının keşfedebileceği bilimsel yasaların evrenin her yerinde geçerli olacağını gösteriyordu. Newton'ın ayı yörüngesinde tutan güçle, elmayı yere çeken gücün aynı olduğunu anlayabilmesi; işte doğrudan bu yeni fizik biliminin, yer merkezli gökbilimini yadsıması sayesindedir. Bu ise insan aklının zaferinden başka bir şey değildi.

Descartes'a göre; zihni yani düşünen tözü, uzamlı bir töz olmadan da açıkça algılarız. Burada tözden anlaşılması gereken, varolmak için kendisi dışında başka bir şeye ihtiyacı olmayan şeydir. Aynı şekilde, bedeni de zihnimizi dışarda bırakarak açıkça algılayabiliriz. Birbirleri olmadan varolabilen tözler ayrı kabul edilir. Bu nedenle Descartes’a göre, zihin ile madde birbirlerinden ayrı tözlerdir ve birbirlerinden ayrı olarak ele alınabilinir. Özdeksel şeyler ile ilgili düşünüldüğünde ise, uzamlı tözün gerçekten varolduğu kabul edilmelidir. Çünkü enazından, bu tür şeyler tarafımızdan açık ve seçik olarak algılanır. Dahası uzamlı töz; bizde haz, acı gibi duyumların oluşması için yeterli nedendir. Bunun dışında herhangi bir doğaüstü neden kabul etmek, bizim açık ve seçik algılarımızı tümden yok edecektir. Uzamlı töz tarafından oluşturulması gereken duyumlarımız arasında da, oldukça farklı özellikler gözlenebilinir. Ancak açıkça söylenebilinir ki, maddenin bir parçasıyla açıkça birleşmiş olduğumu, diğer parçalarıyla bu biçimde birleşmiş olmadığımı anlayamamam durumunda, bu ayrımların nedenini de anlayamam.

Burada birazdan bahsedilecek bazı kavramların öncesinde açıklanması gerekiyor. Uzamdan anlaşılan, üç boyuttan oluşandır. Uzam denildiğinde, uzatma eylemi veya nicelikten ayrı bir şey düşünülemez. Atom denilince anlaşılan, maddenin doğası bakımından bölünemez olan parçasıdır. Boşluk ise; cisimsiz, uzamsız veya tözü olmayan uzaydır. Yer ve mekan burada aynı şeyler değildir. Yer denilince anlaşılması gereken, cisimlerin birbirlerine göre konumudur. Mekandan ise anlaşılması gereken, bir yeri kaplayan uzamsal boyutlardır. Yer durumu gösterir, mekan ise büyüklük ve şekli belirtir. Bir yerdeki cisim ve onun mekanı ancak düşüncede ayrılabilir. Fiili durumda ise bir ayrım içermez. Çünkü; mekanı yani iç yeri oluşturan uzunluk, enlilik ve derinlikçe uzam, aynı zamanda cismi de oluşturur. Bu önemlidir çünkü burası, Descartes'ın özdeksel doğa ile ilgili düşüncesinin temelini oluşturur. Bunun anlaşılamamasının nedeni ve buradaki yanılgıların temeli; cisme hareket ettiği zaman, onunla birlikte hareket eden tikel ve özel bir uzam yüklememizden ve uzayı öylesine genel ve belirsiz bir uzam olarak kavramamızdan oluşur. Descartes'a göre yer değiştirme ise; maddenin bir parçasının, ona doğrudan bitişik olan ve durgun kabul edilen cisimlerin civarından, diğer civarına aktarımıdır. Örneğin; bir sünger sıkıldığı zaman, öncesinde olduğundan daha az yer kaplamaz. Çünkü; süngerin dokularındaki hava itilerek, süngerin parçaları tarafından aktarılır. Bunun için; süngerin genişlemesi veya daralması, onun daha fazla uzam kazandığı veya kaybettiği anlamına gelmez. Bunun için yer değiştirme bitişik cisimlerin civarından, diğerlerinin civarına doğru gerçekleşir. Bir yerden başka bir yere doğru değil. Çünkü, yer zihnimize bağlıdır. Bunun için, bir cismin aynı anda yer değiştirip değiştirmediği söylenebilinir. Ancak, aynı anda aktarıldığı veya aktarılmadığı söylenemez. Ayrıca bu aktarım, cismin aktarılmış olmasına gönderme yapar; bunu, aktarımı gerçekleştiren kuvvet ya da eylemle karıştırmamak gerekir. Aktarımın durgun bitişik cisimlerin civarından olduğunun da eklenmesi gerekir. Çünkü; bir A cisminin durgun bir B cisminden uzaklaşabilmesi için, bir tarafta diğer taraftakiyle aynı kuvvet gerekir. Örneğin; çamura saplanmış bir tekneyi çıkarmak için tekneye uygulanması gereken kuvvet aynı zamanda, dibe uygulanması gerekenle aynıdır. Sonuçta aktarım karşılıklıdır. Bir A cismi B’den uzaklaşıyorsa, B de A’dan uzaklaşmıştır.

Buradaki yanılgıların bir nedeni de ona göre; seyrekleşme ve boşluk üzerine edinilen hatalı kanılar oluşturmaktadır. Cisimlerin seyrekleşmesi hatalı olarak, uzamının artması olarak yorumlanmakta ve yer uzamdan ayrı bir şeymiş gibi düşünülmektedir. Sünger örneğinde olduğu gibi, seyrek bir cismin bu bölümlerinin uzamını başka maddelere yüklemek gerekir. Örneğin, süngerin odacıklarını dolduran hava gibi. Bunun için sünger yoğunlaştırılınca uzamı azalmamakta, sadece itki nedeniyle cisimler arasında aktarım olmaktadır. Cismin özünü oluşturan uzam, aynı zamanda; özdeğin, mekanın ve uzayın da özünü oluşturmaktadır. Hatalı düşüncelerin diğer bir nedeni de; sanki cisimlerin üzerinde hareket ettiği, özdekten bağımsız mutlak bir mekanın olduğu düşüncesidir. Örneğin; rüzgarla hareket eden bir geminin odasında oturan bir kimse; eğer gemiyi göz önünde düşünürsek bize yer değiştirmez olarak görülür, çünkü gemideki cisimlere göre durumu hep aynıdır. Ancak çevredeki yer şekillerine göre; bize hareket ediyormuş olarak görülür. Çünkü, çevrelerindeki karalardan uzaklaştıkça başkalarına yaklaşır. Buna yerkürenin hareketini de hesaba katabiliriz. Eğer bunu da geminin hareketine eşit varsayarsak, bu sefer kişi bize yine hareket etmiyor olarak görülecektir. Çünkü gemideki bir yeri, gökyüzünde varsaydığımız durağan noktalara göre belirliyoruz. Oysa Descartes'a göre; evren üzerinde hiçbir sabit nokta bulunamaz. Bu yüzden mutlak bir mekandan da söz edemeyiz.

Bilimsel devrimin öncülerinden olan Galileo, doğası gereği bilinebilir olanların niceliksel ve ölçülebilir olanlar olduğunu ileri sürmüştü. Cisimlerin sertlik, renk, ağırlık, sıcaklık gibi niteliksel öğeleri duyu algılarımızın bizim ruhumuza yaptığı etkilenimlerdir ve bunların bizden bağımsız ayrı bir varoluşları yoktur. Descartes, Galileo'yu takip ederek bu niteliksel öğelerin cismin özünden atıldığında cismin doğasının bozulmadan kalacağını, çünkü onun tözünü oluşturan şeyin; uzunluk, enlilik ve derinlik gibi uzamsal ve niceliksel öğeler olduğunu belirtir. Bunun dışındakiler örneğin; sert bir taşın toz haline getirilmesiyle sertlik, saydam bir hale getirilmesiyle renk, yerçekiminin azaldığı bir ortamda ağırlık gibi niteliksel öğeler atılabilinir. Aynı şekilde; soğukluk ve sıcaklık gibi ölçütler, aynı duyu için farklı zamanlarda dahi değişebilir veya bir taşın sıcak ve soğuk olduğu durumlarda özünde bir değişimin olduğu söylenemez. Bunun için uzam dışında kalan şeyler, cismin özünden atılmalıdır.

Descartes'a göre; uzamı veya tözü olmayan uzay anlamında da, bir boşluğun varolması imkansızdır. Çünkü; mekanın, iç yerin uzamı hiçbir zaman cismin uzamından ayrılamaz. Nasıl ki bir cismin uzamlı olmasından onda töz olduğu çıkarılırsa, bu durum boş sayılan mekan için de geçerlidir. Mekanda uzam olduğuna göre, zorunlu olarak töz de bulunmaktadır. Yokluğun uzamı olmaz. Aralarında boşluk olan iki şeyin birbirleri arasında uzaklık bulunması çelişik bir şeydir. Çünkü, uzaklık uzamın bir özelliğidir ve uzamlı bir şey olmadan varolamaz. Ancak, biz günlük kullanım dilinde boşluk sözcüğünü çoğu kez, bir durumu belirtmek için kullanabiliriz. Örneğin, vazonun içi boş gibi; ancak gerçekten vazonun içi boş olsaydı, onun kenarları derhal birbirlerine yapışacak ölçüde yaklaşırdı.

Descartes, maddenin tözünü bölünemez atomların oluşturduğu tezini de reddeder. Bölünemez ne bir atom, ne de küçük bir cisim varolabilir. Bu türden atomlar ne kadar küçük olurlarsa olsunlar, uzamlı olmaları gerekir. O halde, daha küçük bölümlere ayrılabilinecekleri doğal olarak ortadadır. Her nicelik sonsuzca bölünebilir. Tanrı’nın, uzamı insanın bölemeyeceği bir ölçü içerisine sokabileceği kabul edilse bile; Tanrı yine de kendini, onu bölebilme gücünden yoksun bırakamaz. Çünkü, tümel gücün eksilme olasılığı yoktur. Ayrıca Descartes’a göre, evrenin uzamı sınırsızdır. Çünkü, her sınırın ötesini zihnimizde düşünebiliriz. Uzayın her yeri de, aynı özdekten oluşmuştur. Böylece Descartes, Aristoteles’in göksel ve yersel tözler ayrımını kesin bir şekilde ortadan kaldırır. Özdeksel töz burada anlatıldığının dışında, başka bir fikri kapsayamaz. Bunun için; farklı boyutlarda, farklı evrenlerin olduğu fikri anlamsızdır. Ancak buradaki farklı evrenlerden anlaşılması gereken, doğa yasaları dışında farklı yasaların işlediği yerlerdir. Buradaki farklılık; niceliksel bir farklılık değil, niteliksel bir farklılığın imkansızlığıdır.

Descartes’ın hareket ile ilgili teorilerine gelince. Devinim; özdeğin bir bölümünün ya da bir cismin doğrudan doğruya ilişkide bulunduğu yani bitişik olan ve durgun olarak varsayılan cisimlerin yanından, diğer yanına geçmesidir demiştik. Hareket her zaman, bir yerden başka bir yere geçmedir. Hareket, onu harekete geçiren güç ya da etki değildir. Bir cisim diğer bir cismin yerine, ancak bu cisim de diğer bir cismin yerine geçerse geçebilir. Bu yadsınırsa; aynı yerin kendisinden daha çok cisimsel tözü içermesi gerekir ki, bu olanaksızdır. Bir cisim başka bir cismin yerine geçtiğinde terk ettiği yer, aynı anda ona doğrudan bitişik başka bir cisim tarafından kaplanır. Bir yerden diğerine, kendisinden her zaman daha kısası bulunan bir zamanı gerektirmeyen bir hareket olamaz. Bundan bir cismin yerinin A cisminin yerine geçmeden önce, belli bir yer boyunca hareket etmesi gerekecek olan başka bir cisim tarafından aynı anda doldurulamayacağı sonucu çıkar. Bu nedenle ancak, o cisme doğrudan bitişik olan cisim aynı anda onun yerini alır. Hiçbir zaman bir cismin boşluk nedeniyle hareket ettiği söylenmemelidir. Yalnız başka bir cisim tarafından hareket ettirildiği söylenmelidir. Ayrıca, A ile B noktaları arasındaki yer her yerde eşitsiz ise; A - B boyunca akan bir sıvı, belirsiz sayıda hız dereceleri alır ve belirsiz sayıda parçacığa bölünür. Çünkü; A ile B arasında, belirsiz sayıda hep daha küçük yerler düşünebiliriz.

Descartes’a göre hareket için gerekli olan etki, durgunluk için gerekli olandan fazla değildir. Ancak; cisimlerin durgunluk durumlarında, onlara etki eden kuvvetleri duyumsamayız. Bu nedenle genelde bir şeyi hareket ettirmek için gerekli olan gücün, onu durdurmak için gerekli olandan daha fazla olduğunu sanıyoruz. Oysa; dış etmenlerin yok sayıldığı akıntısız bir ortamdaki bir gemiyi yürütmek için harcadığımız kuvvet, onu birdenbire durdurmak için harcadığımıza eşittir. Aslında mutlak olarak durgun hiçbir şey yoktur. Bir A cismi, durgun B cisminden uzaklaşıyorsa; B'de A'dan uzaklaşıyordur. Burada duyusal yanılgılarla karşılaştığımız için, iç yerin de cisimle beraber taşınmak zorunda olduğunu kavrayamıyoruz. Veya onun zaten cismin tözü olduğunu da. Ayrıca bir cisim neredeyse sonsuz hareket etkisinde kalabilse de, genel olarak iki tür hareket vardır. Bunlardan birisi dairesel, diğeri de çizgisel harekettir. Descartes'a göre; dairesel hareket de, bir tür çizgisel harekettir. Örneğin; dairesel hareket eden bir tekerlek, çizgisel bir yol izler. Veya dairesel olarak gerilen bir sapandan fırlatılan taş, çizgisel bir yol izler. Çünkü, doğa her zaman en kısa ve en basit olan yolu izlemek ister. Ancak insanlar ise her zaman basit olanı; en ucuz ve faydasız bir yol olarak düşünür. Karmaşık ve anlaşılmaz olanın daha değerli olduğunu sanar. Bilgiden değil, abartılı ve içerik olarak boş sözlerden hoşlanır.

Şimdi artık Descartes'ın belirlediği üç temel doğa yasasından bahsetmek gerekiyor;

Birinci doğa yasası; her şey, başka bir şey onu değiştirmediği sürece bulunduğu durumda kalır. Bu, Galileo'nun keşfettiği eylemsizlik yasasından başka bir şey değildir.

İkinci doğa yasası; harekette olan her cisim, hareketine doğru bir çizgi boyunca devam etmeye çalışır. Bu yukarda bahsettiğim; tekerlek ve sapandan atılan taş örneğinde geçen durumla ilgilidir.

Üçüncü doğa yasası; harekette olan bir cisim, kendinden daha güçlü bir şeye rastlarsa; hareketinden bir şey yitirmez. Bu durumda yönünü, kendisine etki eden daha güçlü cismin yönüne değiştirir. Ancak, harekete geçirebileceği kendinden daha az güçlü bir şeye rastlarsa; ona verdiği hareket kadar, kendi hareketinden yitirir. Bu durumda onu, kendi yönüne çevirir ve hareketlerinin niceliği eşitlenmek zorundadır.

Üçüncü doğa yasası burada önemli bir şeyi bildirir. Buna göre; doğada her zaman, hareketin niceliği korunmaktadır. Örneğin; aynı kütledeki iki cisimden birincisinin 6 birim hıza sahip olduğu düşünüldüğünde o, kendisine doğru gelen 4 birimlik cisimle çarpıştığında; fazladan sahip olduğu iki birimlik hızının yarısını diğerine aktarır. Hızları eşitlenir ve aynı yöne doğru yönelirler. Bunların çeşitli formları vardır. Bu yasada önemli olan, doğada hereketin niceliğinin korunduğunun belirtilmesidir.

Rene Descartes modern felsefenin kurucusudur ve Galileo'nun bilimsel devriminin de mükemmel bir yorumcusu. Onun teorileri, o dönemde çığır açıcı şeylerdi ve bu nedenle de çokca eleştirilmiştir. Onun en hararetli eleştirisi; çağdaşı Henry More tarafından gelmiştir. 

More, Descartes’ın uzay ya da uzamı özdekle özdeşleştirmesine iki yönde itiraz eder. Birincisi; bu özdeşlik, genel olarak varlığın bir yüklemi; More’a göre gerçekten varoluşun zorunlu koşulu olan uzamı, yalnızca özdeğin özsel bir yükleminin rolüne indirger ve tinin varlıkbilimsel değer ve önemini kısıtlar. Hatta More’a göre bu durum, tinin yadsınması anlamına gelir. Ona göre, Descartes’ın öne sürdüğü gibi uzamlı ve uzamsız iki töz yoktur. Özdeksel töz gibi, tinsel töz de uzamlıdır. İkincisi More’a göre Descartes; hem uzayın, hem de özdeğin belirli özelliklerini anlamayı başaramamıştır. More'a göre özdek, uzay içerisinde devingendir ve içine işlenemezliği nedeniyle uzay kaplar. Uzay ise devingen değildir; uzay, içerisinde özdek bulunması ya da bulunmaması yönünden etkilenemez. Özdek, uzay olmaksızın düşünülemezdir. Oysa, uzay özdek olmasa da aklın zorunlu bir ideasıdır. More'a göre tin; içine işlenebilinirliği, bölünemezliği, genleşme gibi özellikleriyle ayırt edilir. Bu açıklama için verilecek örnek ışıktır. Işık; özdeksel bir şey olmasa da, uzam boyunca yol katedebilir. Cisimlerin içine işleyebilir. Bu günkü bilim ölçeğinde bakıldığında örneğin; aynadaki bir yansımanın uzayda kapladığı bir mekanının olduğu kabul edilmektedir. Bunlar göz önünde bulundurulduğunda; More'un yapmış olduğu eleştiriler tamamen yersiz sayılamaz.

Henry More, Descartes’ın devinim tanımını da eleştirir. Descartes’ın devinim tanımından yola çıkarsak; büyük bir silindirin ekseni ve çeperi etrafında sıkıştırılmış bir cismin, silindir çevrildiğinde dinginlikte kalması gerekecektir. Ancak bu cisim, dışardaki başka bir cisme uzaklaşıp yakınlaşabilecektir. Ancak bu eleştiri yersiz gözükmektedir. Çünkü, devinimin göreceliliği üzerine kartezyen anlayış kabul edilirse; yukarda bahsedildiği gibi, cisimleri mutlak olarak devinimsiz ya da devinimli kabul etme gibi bir hakkımız olmaz. Ancak, cisimlerin kendisine göre dinginlikte ya da devinimde görüleceği kabul edilir. Böylece aynı cismin; çevresi açısından dinginlikte, ama daha uzağa yerleştirilmiş bir cisim açısından devinimde olabileceği çelişik olarak görülmez. More devinim kavramını, bir arı ilişki kavramına dönüştüremez. Ancak yine de Henry More’un bu itirazları, fizikte görelilik problemine işaret eden ilk uslamlamalardır. 

Descartes’a yöneltilen bir başka önemli eleştiri de, modern dönemin diğer büyük filozofu Gottfried Leibniz tarafından dile getirilir. Ona göre; cisimlerin tüm yapısı, yalnız uzamdan kurulmuş olamaz. Onda tinsel bir tözün varlığını görmek gerekir. Büyüklük, biçim, devinim gibi kavramlar sanıldığı gibi seçik kavramlar da değildir; bunlar, imgesel algılarımızla ilgili bazı şeyler taşırlar. Algılarımız her zaman doğrudur; bunun için bizi yanıltan algılarımız değil, yargılarımızdır.

Leibniz’in Descartes mekaniğine yönelik getirdiği en ciddi itiraza gelince. Kartezyenlere göre; Tanrı her zaman aynı devinim niceliğini korumaktadır. Devinim niceliği; cismin hızıyla büyüklüğünün çarpımına eşittir. Ancak, sürekli bir mekanik devinimden söz edilemez. Çünkü olsaydı; makinenin sürtünmeyle azalan gücü yeniden dirilir, sonuçta dışardan bir itki olmaksızın artardı. Cismin gücü, bitişik cisimlere onu aktardığı ölçüde azalır. Leibniz’e göre; kartezyenler bunun devinimin niceliği için de söylenebilineceğini sandılar. Örneğin bir sarkaç, havanın direnci olmasa, geldiği yüksekliğe tam olarak çıkabilir. Burada korunan devinim değil, güçtür. Bu ikisi birbirinden farklı şeylerdir. Güç, yaratabileceği etkinin niceliğiyle ölçülür. Bu, cisme verilebilecek hızdan farklı bir şeydir. Bir cisme iki kat hız verebilmek için, ona iki kattan fazla güç vermek gerekir.

Güçle devinim niceliği arasındaki ayrım, cismin olgularını açıklamak için uzamdan başka metafizik düşüncelere başvurulmasını gerektirir. Devinim, bir yer değiştirme veya cismin birbirine göre durumları şeklinde ele alınmamalıdır. Bu şekilde ele alınırsa; hangi cismin devinimli, hangisinin durgun olduğu anlaşılamaz. Ancak güç daha belirli ve gerçektir. Bu nedenle Leibniz’e göre doğa; matematiksel ilkelerden çok, metafiziksel ilkelere göre yorumlanmalıdır.

Burada kartezyen fizik kuramının ilkelerini detaylıca açıklamaya çalıştım. Leibniz’in de dediği gibi; Descartes felsefesi doğru bilgiye geçiş yeridir, bu yerden geçmeden doğruya varmak zordur.

REFERANS

Collingwood, R. George, Doğa Tasarımı, (çev) Kurtuluş Dinçer, Ankara, İmge Kitabevi, 1999

Descartes, Rene, Felsefenin İlkeleri, (çev) Mesut Akın, İstanbul, Say Yayınları, 2007

Koyre, Alexandre, Kapalı Dünyadan Sonsuz Evrene, (çev) Aziz Yardımlı, İstanbul, İdea Yayınları, 2014

Leibniz, Gottfried, Metafizik Üzerine Konuşma, (çev) Afşar Timuçin, İstanbul, Bulut Yayınları, 2010

Spinoza, Benedictus, Descartes Felsefesinin İlkeleri ve Metafizik Düşünceler, (çev) Coşkun Şenkaya, Ankara, Dost Kitabevi, 2014