24 Temmuz 2017 Pazartesi

Doğa Yasalarına Giriş ve Toplumsal Alanın Reddi Üzerine VIII


Belirlenim Yasaları Öncesinde Birtakım Açıklamalar  I
                                                  
Dünya üzerinde hiçbir canlı türü insan kadar birbirinden farklı özellikler gösteremez. İnsan türü kendi içerisinde en canileri, katilleri, bencilleri ve yardımseverleri, yapıcıları, cömertleri bir arada barındırabilen tek türdür. Bu farklılık sadece moral diye ifade edilen bir düzlemde de gerçekleşmez. Bu farklılıklar çok farklı yaşayışları ve hayat akışlarını bir arada barındırır. Özgürlüğü için hayatını feda etmeye hazır olanlar ile onu kendi eliyle isteyerek başkasına teslim edenler aynı tür içerisindedir. Hayatını doğayı ve yaşamı anlamaya çalışmaya adayanlar ile sadece kendi duygusal arzularını tatmin etme peşinde olanlar ve bu iki zıt durum için aynı şeyi yani hayatını riske atmaya hazır olanlar aynı tür içerisindedir. Düşünmeyi unutanlar, aklını sadece pratik yaşama yöneltenler, aklını tamamen baskılayıp sadece inançları doğrultusunda hareket edenler, birçok bilimsel buluşa imza atanlar, kendilerine farklı dünyalar yaratıp onun içerisinde yaşayanlar hep aynı tür içerisindedir. Penisilini keşfedip sayısızca insanın hayatını kurtaran Alexander Fleming ile birçok yerde farklı şekillerde farklı gerekçelerle sayısızca insanı öldürenler hep aynı türün içerisindedir. Hepsi birer insandır.

Peki aynı türün içerisinde bu kadar farklılık nasıl mümkün olabilir? Bu insan için doğal bir düzlemde kabul edilebilir bir durum değildir. Yani insanlar doğası gereği bu farklılıkları gösteremez. Çünkü insanın doğası saf aklının doğasıdır. Oysa bu farklılaşma etkilinimleri saf aklının bir gösterim sonuçları olamaz. Çünkü saf aklın yönü sabit kalmak zorundadır. Ayrıca saf akıl içerisinde bir devinim olması da beklenemez. Devinimler pratik akıl içerisinde gerçekleşir. Ancak bu pratik akıl içerisinde de mümkün olmayacaktır. Çünkü pratik akıl tek yönlü devinmek zorundadır. Bunun sebebi, onun saf aklın bir formu olmasındandır. Yönünün sadece ona doğru hareket ediyor olmasındandır. Ancak bunun kaynağı pratik akıl olmasa da, pratik aklın etkilenim içerisinde farklılaşmalar doğurduğu açıktır. Bunu şöyle bir örnek ile açıklamaya çalışayım. Biri, diğerinden teknoloji yani pratik akıl yönünden daha gelişmiş iki toplum olsun. Gelişmiş toplum, diğer toplum üzerinde pratik ihtiyaçları doğrultusunda egemenlik kurabilir. Gelecekte kendisi için bir tehtid olabileceğini düşünerek onu tamamen yok etmek isteyebilir. Veya pratik olarak kendisi için daha olumlu olacağını düşünerek onu sömürgeleştirebilir. Bunların hepsinin içerisinde pratik aklın etkilenimleri de yatar. Ancak iki toplumun aynı pratik akıl seviyesinde olmadığı açıktır. Bu etkilenim farklılaşmalarının kendisi zaten pratik aklın içerisindeki devinim dengesizliğidir. Çünkü zaten bu devinim dengesizliği olmasaydı o iki farklı toplum düzeyi de oluşamayacaktı. Çünkü pratik akıl sadece toplum içerisinde işlem yapar. İnsanlar bağımsız olduğunu iddia etse de kaynağı toplumsaldır. Bunun için pratik akıl içerisindeki her eylemin toplumsal bir yönü muhakkak vardır. Ancak bu devinim dengesiz de olsa tek yönlü gideceği yani sapmalar olamayacağı için farklılaşma düzlemlerinin kaynağı da olamayacaktır. İlk bakışta pratik akılda gibi görünen bu farklılaşma düzlemi, pratik aklın kendi içerisinde değil onun farklı düzlemlerindeki ivmelenmesindedir. Yani olgunun özünde değil, içselinde değil dışsalındadır. Bu dışsallığı etkileyen ise başka bir şey vardır. Bu devinim dengesizliğinin de sonucu olan bir şey. O iki toplumun farklı iki seviyede olmasına neden olan bir şey. Kendi özünde olan ve bu devinimi etkileyen bir şey. İşte ben buna duygusal belirlenim diyeceğim. İnsanları bu farklılaştıran etkilenimlerine de genel olarak belirlenim yasaları diyeceğim.

Belirlenim yasaları derken, oradaki '' yasa '' kavramı doğa yasalarındaki '' yasa'' kavramıyla eşdeğer değil. Daha sonra yasalar ve yasa görünümlü olanlar diye bir ayrıma gideceğim. Belirlenimdekiler birer yasa görünümlü olanlardır. Bunun böyle olmasının nedeni, insan aklının etkileniminin dışında kalması ve ayrı bir doğa yasası özelliği göstermemesidir. Yani, hem saf aklın bir parçası değilken hem de onun dışında dayandığı bir doğa yasasının olmamasıdır. Bir özellik durumunda dahi olmamasıdır. Ancak oraya kadar; hakikatin anlatılmasının tek aracının dil ve onun kavramlarının olmadığını, aklın kavramasının dilin çok ötesinde bir anlamı olduğunu düşündüğüm için kolaylık olması bakımından ikisi için  de aynı tabiri kullanıyorum.

Saf akıl hiçbir şekilde belirlenimde bulunmaz. Bu etkilenimden muaftır. Bunun yansımaları, görgül dünya üzerinde pratik hayatta çokça görülür. İnsanın fizyolojik yapısı, duygusal dünyaları belirlenim yasalarının etkisi altındadır. Bunun örnekleri yaşam içinde sıkça tekrarlanır. Bütün insanlar bu iki yönelimde farklı gelişim düzeylerinde seyrederler. Farklı aralıklar ile gelişirler. Bu iki farklı ve kendi içerisinde de farklılaşan gelişim seyri, sadece farklı coğrafyalarda veya farklı zamanlarda değil aynı etkilenimdeki insanlarda dahi farklılık gösterir. Hatta aynı aile bireylerindeki üyelerde dahi. Ancak saf akıl böyle bir belirlenimden uzaktır. Bütün insanların mantıksal ve matematiksel gelişimleri aynı seyirde gitmek zorundadır. Bu gelişim farklılaşmaz ve hemen hemen aynı aralıklarda gelişir. Ancak insanların yine de farklı seviyelerde olduğunu görürsünüz. Çünkü pratik akıl belirlenimde bulunur.  Farklı baskı etkilenimlerinde bulunur. Doğrudan olmasa da dolaylı olarak böylece saf akıl baskılanmış olur. Çünkü pratik akıl bir doğa yasası değildir. Doğa yasası olan bir şey zaten belirlenimde bulunmaz. Daha önce belirttiğim gibi, çünkü pratik akıl bir doğa yasası özelliğidir. Onun kendisi değildir. Benim buradaki bahsettiğim özellik, deneysel ve görgül bir anlamdaki özellik değildir. Olgudan tamamen bağımsız bir anlamdadır ve deneysel hiçbir tarafı yoktur. Bir elmanın çekirdekli ve kabuklu olması, metalin ısıtıldığında genleşmesi türünden bir özellik değildir. Ayrıca doğa yasası özelliği, artık bir doğa yasasının özünü barındıran bir parçası dahi değildir. Onun işlemindeki bir araca dönüşmüştür sadece. Yasanın artık bir parçası olmayan özelliğidir. Eğer öyle olmasaydı saf akla deneysel bir anlamda ulaşmak mümkün olabilirdi. Ancak deneyimin kaynağı olan algılar dahi kendisi bir özelliktir. Bunun için belirlenim etkilenimindedirler. Bir şeyin belirlenim etkileniminde bulunması demek, aynı zamanda artık onun kendi nesnesinden ayrılması demektir. Olgular ve artık onların özellikleri farklı iki yapıdır. Özellikler ve belirlenimdekiler de. Özelliklerin kaynağı doğa yasaları olsa da, artık onlar farklı tür yasaların belirlenimindedirler. Görgül Dünya içerisine giren saf akıl kendi kendisi üzerine doğrudan etkilenimde bulunamaz. Eğer böyle bir durumu var olabilseydi, zaten insanların toplumsal inşasının olabilmesi beklenemezdi. Saf akıl belirlenimde değil ama etkilenimde bulunur ve bu tek yönlüdür. Bunun için felsefe tarihinde, bilgi üzerine bir çok saplantılı görüşler ortaya çıkmıştır. Ne saf aklın ne de bilginin tarihselliğinden söz edilebilinir. Tarihsel olan şey belirlenimdir. Ama bu saplantılar yüzünden fark edilemez. Birçok düşünür belirlenimleri etkilenimler ile karıştırır, birçokları belirlenim yasalarını pratik akıl ile karıştırır, birçokları saf akıl ile pratik akıl arasındaki ayırımı fark edemez. Birçoklarının hayatı zaten o belirlenim içerisindedir ve bu gören gözleri dahi kör eder. Tarihsel bilinç, ortak bilinç denen şey de; kültürel miraslar da; toplumsal tarihsel her türlü inşa da belirlenimdir. Pratik aklın tarihselliğinden söz edilebilinir, ancak o ise varolan ama kendi etkileniminden uzak sadece uzamsal bir belirlenimsel tarihselliktir.

Özellikle kuşkucu tüm düşünürler belirlenimi görelilik sanarlar, saf ve pratik akıl ayrımı yapamazlar ve insan aklı için bilginin mümkün olamayacağını öne sürerler. Oysa insan öznesi denen şey pratik dünyada zaten kurulamaz. İnsan öznesi diye aktarılan şey insan belirlenimidir. Değişen, özne içerisinde yönelmez; belirlenim içinde yönelir. Kurulan şey özne değil belirlenimdeki bir değişkendir sadece. Öznenin varolduğu her yerde belirlenim de varolur. Bunun için, çokça bahsedilen örnekte olduğu gibi; aynı rüzgarın bir insana sıcak diğerine soğuk gelmesinin hiçbir anlamı yoktur. Çünkü ortada özne yoktur. Belirlenimler vardır. Kurulmaya çalışılan öznenin gerçek bir temeli olamayacağı için veya kurulan anlamı karşılayamayacağı için nesnenin dış görüntüsüne yönelir. Belirlenimdeki değişken ise sadece insan ile vardır. Bunun için belirlenim yasaları insan ile başlar ve insan ile biter. Bunun için nerde insan varsa orada belirlenim vardır ( - duygusal belirlenim dışında, çünkü saf akla ulaşan insan duygusal belirlenimde bulunmaz ). İnsan öznesi belirlenim yasaları içerisindedir. Bunun için saf akıl içerisinde herhangi bir özneden söz edilemez. Belirlenim yasalarının ortaya dökülmesinin temel nedeni ve gerekliliği insan aklını bütün tarihsellikten temizlemektir. Bunun için felsefeden insan öznesinin tüm özelliklerinin dışlanması gerekir. Benim için de bu felsefeden insan inşasını ve kalıplarını tüm kırıntılarına kadar atmaktır. İşte belirlenim yasalarının ortaya dökülmesi buna aracılık edecektir.

Bir düşünür hakikati aramaya koyulduğu andan itibaren insan olmayı bırakmak zorundadır. Üstündeki insan elbisesini çıkarıp bir kenara atmalıdır. Sanki bu Dünya'da hiç doğmamış ve burada hiç büyümemiş, buna karar verdiği anda birden kendini bu dünyada bulmuş olmalıdır. Hatta uzaydan yeni gelmiş bir uzaylı kaşif misyonunda dahi olmamalıdır. Çünkü hiç yaşamamış olmalıdır. Çünkü belirlenim yasaları bu dünyada insan öznesi için mümkün olsa da, öznenin varolduğu her yerde belirli farklı şekillerde var olabilir. Yoksa belirlenim yasaları asla belirlenemez. Çünkü kendisi o belirlenimin etkisinde kalacaktır. Tarih boyunca bir çok düşünür, bu gömleği çıkaramadıkları için toplum tarafından duygusal olarak belirlenirler. Onların yazılarını okurken kendilerini değil toplumsal inşalarını okursunuz. Hakikati değil duygusal gerekliliği görürsünüz. Çünkü artık konuşan kendileri değil belirlenimleridir.








7 Temmuz 2017 Cuma

Doğa Yasalarına Giriş ve Toplumsal Alanın Reddi Üzerine VII


İnsanlar Dünya üzerinde tarih boyunca iki tür aşama içerisinde seyrederler ve bu aşamalar eş zamanlı olarak farklı ivmelerle, coğrafi olarak da farklı boyutlarla gerçekleşir. Bu iki farklı boyutun dil üzerinden sınıflaması, iki tür dil farkını da ortaya çıkarır. Bunlardan birincisi saf aklın dili diğeri de toplumsal yaşamın dilidir. Bu iki dil birbirinin ağzından hiçbir zaman konuşamaz ve Dünya üzerindeki hiçbir tercüman bu iki dili birbirine çeviremez. Çünkü, bu iki dil kendi içerisinde farklı iki dünyadır.

Bu ikisini de dil olarak özelliklendirilebilmemin sebebi de, onların doğru ve yanlış aktarım içerisinde bulunabilmesidir. Çünkü doğru ve yanlış sadece dilin bir özelliğidir. Saf aklın dili ise sadece belirli bir formasyona indirgenemez. Ama görünen örnekleri açık bir şekilde bellidir. Matematiğin dili belki de bunun en seçkin örneğidir. Bu onun özelliklerine bakılarak anlaşılabilinir. Çünkü saf aklın özellikleriyle örtüşür.  Her türlü deneyimden muaf olacağı için her türlü belirlenimden de muaftır. Bunun için her türlü ima ve ünlemden muaftır. Evrensel ve kesindir. Toplumsal bir dilde anlatı hiçbir zaman verilen değerle öz değer arasında eşitlik barındırmaz. Ancak matematiksel bir dil ile bu mümkündür. Toplumsal bir dil ile bir olgunun ispatlanmasının hiçbir zaman imkanı yoktur. Ancak matematiksel bir dil ile ispat mümkündür.

Bunun için mantık asla toplumsal bir dil ile ifade edilemez. Yani toplumsal bir dil mantıksal bir dile çevirilemez. Yapılır ise ispatlanamamazlık sorunu ortaya çıkar. Zaten kesin bilginin mümkün olmadığını iddia eden şüpheci yaklaşımların temel yanılgıları burada ortaya çıkar. Temel problem saf aklın dili ile, duygusal belirlenimin dili arasındaki ayrımı gözden kaçırmalarıdır. Dilin konumu sadece toplumsal bir inşa ile ele alınır ama bu yanılgı hiçbir zaman görülemez. Çünkü epistemolojilerinde duygusal bilgi, saf akla yönelen bilgi diye bir ayrım bulunmaz. Üstelik bilgi duyusal bir konuma indirgenir. Oysaki mantık  sadece matematiksel bir dil ile ifade edilebilinir. Buradaki temel hata ise toplumsal bir dili matematiksel bir dile çevirme çabasıdır. Oysa böyle bir çeviri yapılamaz. Buradaki yapılamazlığın anlamı, yapılsa dahi onun özdeş bir çeviri olamayacağı ile ilgilidir. Bunun için toplumsal bir dilin matematiksel bir sembolleştirmesi yapılamaz. Yani öncüllere p ve q gibi sembolleştirmeler vermek hiçbir zaman işe yaramaz. Çünkü oradaki ''p'' hiçbir zaman matematiğin dilindeki ''p'' olamaz. Çünkü oradaki ''p'' olgunun hiçbir zaman kendisine karşılık gelemeyecektir. Hiçbir tercüman bu iki dili birbirine çeviremez. Çünkü bu uyuşmazlık doğa yasalarının bir sonucudur. Mantıksal ilkeler olan özdeşlik, çelişmezlik gibi ilk ilkeler toplumsal bir dile hiçbir zaman aktarılamaz. Çünkü belirlenim altına girer ve anlam kazanır. Oysa bu ilkelerin belirli bir anlamı yoktur. Anlamı olan şey kendisidir. İnsan mantığı sadece matematiksel bir anlamda ifade edilebilinir. Çünkü ikisi de saf aklın konuşma dilidir. Bunun için bilgi, toplumsal bir dilde hatta toplum mefhumunun kıyısından hatta en ucundan uğramış bir halde bulunsa dahi mümkün değildir, ama saf akıl için mümkündür.

Buradaki anlatımı şöyle örneklendirelim. Dil üzerinden verilen bu durumda, her şey gibi dil de toplumsal bir belirlenim altında inşa ediliyorsa toplumsal bir dil, saf akıl üzerinden inşa ediliyorsa bir doğa yasası özelliği olacaktır. Özelliklerin bir doğa yasası olmadığını söylemiştim ve ikili bir ayrım yapmıştım. Örneğin saf akıl ve düşünmek demiştim. Buradaki saf akıl bir doğa yasasıdır, düşünmek ise onun bir özelliği. Göz bir doğa yasasıdır, görmek ise onun bir özelliği. Bu akıl mefhumunun kendisinde şöyle bir dönüşüme girer. Saf ve pratik akıl arasındaki ayrımla. Yani saf akıl doğa yasası iken pratik akıl onun bir özelliği yani, bir doğa yasası özelliği olacaktır. Bunu nereden anlıyoruz yine gösterdiğim özelliklere bakarak. Bu yüzden benim için bir şeyi bilmenin en iyi yolu Aristotales'in söylediği gibi onun nedenini bilmek değil, onun özelliğini bilmektir. Saf akıl bir doğa yasası olduğu için gösterdiği özellik onun bir belirlenim altına girmemesidir. Ama düşünmek bir belirlenim altına girebilir. Bunu aynı şekilde dile de uygulayabiliriz. Dil bir doğa yasası özelliği olduğu için belirlenim etkisi gösterebilir. Toplumsal bir dil inşası zaten saf aklın baskı altında tutulduğu bir alandır. Toplumsal bir dilin içerisindeki terimler, yüklemler dahi duygusal belirlenim altında kalacağı için özün kendisini hiçbir zaman veremeyecektir. Toplumsal bir inşa içerisindeki ağaç terimi, hiçbir zaman ağacın kendisi olmayacaktır. Eğer gerçekten, ağaç nesnesinin kendisi yani biricik özü anlatılamak isteniyorsa yapılması gereken, bütün ağaç formlarının matematiksel bir dil ile inşasıdır. Bu tür bir durumda zaten ağaç nesnesinin sosyal inşası ortadan kalkar. Ama toplumsal bir dilde gördüğümüz bazı sözcükler toplumsal bir inşa halinde bulunsa da özü saf aklın diline dayandığı için duygusal belirlenim etkisine girmez. Örneğin değil, bazı, bütün gibi sözcükler toplumsal bir inşa halinde bulunsa dahi belirlenmezler. Örneğin, ağaç terimi bir şiirde tema haline gelebilirken bu sözcükler gelemezler. Bunun sebebi saf aklın temel belirleyici olmasıdır ve bu sözcükler pratik bir hüviyete bürünür. Bunun da sebebi toplumsal inşada dahi saf aklın pratik akıl aracılığıyla varlığını sürdürebilmesidir. Bu yüzden sayılar gibi matematiksel dile ait olan şeyler toplum içerisinde inşa halinde bulunsalar dahi toplumsal çatışma etkenlerinden tamamen muaf kalırlar. Çünkü belirlenmezler. 

Zaten toplumsallaşan insanların insan olarak kalmalarını sağlayan şey de budur. Eğer saf akıl toplumsallaşan ilk insandan itibaren, en güçlü şekilde baskı altında kaldığı ilk anda dahi pratik akıl formuna geçemeseydi veya böyle bir gücü olmasaydı bizim şu an hayvanlardan farkımız olması beklenemezdi. Saf akıl yoğun baskı altında kaldığı toplum içerisinde kendisini pratik akıl aracılığıyla o da kendisini ekonomik süreçler ile bir şekilde devam ettirir.

İnsan bunun için iki yoldan birine girer. Bu iki yolun ara formlarında da bulunabilir. Ama temel olarak iki yol vardır. Birisi saf aklın diğeri de duygusal belirlenimin yoludur. Bu iki yolun karışan yan yollarında sonsuz sayıda denilebilecek kadar ara form vardır. Duygusal belirlenim altında kalan insanlık doğal olarak toplumu inşa eder. Ve bu inşa kaçınılmaz bir durumdur. Toplumsal inşa içerisinde doğa yasalarının özü değil onun dışa vurumu yani duygusal algısı seçilir. Bunun için algıları da temel olarak ikiye ayırmak gerekir. Çünkü algısal bir durum saf akla yönelebilir veya duygusal alanın belirlenimi altına girebilir. Saf aklın içerisinde duygusal belirlenimde bulunmaz.  Çünkü özü verir. Ancak böyle bir algı, zihin saf akla ulaşmadan ortaya çıkamaz. Temel olarak iki tür denilmişti ama pratik aklında bir algı göstergesi vardır ki saf aklın kendisi ortaya çıkmadan varlığını hissettirebilmesinin temel nedeni de budur. Saf akla ulaşmadan böyle bir algıda bulunulamayacağı için veya pratik akıl aracılığıyla sınırlı bir formda kalacağı için mutlak bilgiye duyular aracılığıyla ulaşılamaz. Sadece saf akıl formunda bilgi artırımı duyular aracılığıyla sağlanır.

İnsanın duygusal belirlenim yolunda dil aracılığıyla yapılan çözümlemede üçlü bir ayrım yapmıştım. Bunlardan birincisi birincil sembolleştirmeydi. Ve bu adım bir tür içselleştirme sürecidir. İkincil sembolleştirme ise bir tür dışsallaştırma sürecidir. İkinci adıma insan toplum içerisinde öğrenerek geçerken birinci adımda hazır olarak sunulanı alır. Örneğin, toplumsal bir inanç, ibadet tarzı, edebi bir destan birinci tür sembolleştirme iken; üyelerin bunu uygulayıp öğrenmesi ve aktarması ikinci tür sembolleştirmedir. Kadınların toplum içerisinde ikincil bir konumda bulunması, ev işlerinden ve çocuk bakımından sorumlu olması birincil sembolleştirme iken; kız cocuklarının bebekler ile oynatılması, yemek ve ev hizmetlerini öğrenmesi ikinci tür sembolleştirmedir. Milliyet olgusu birinci tür sembolleştirme iken; üyelerin milli kimlik kazanma süreçleri ikinci tür sembolleştimedir. Evlilik kurumu birincil türden sembolleştirme iken; evlenmek ikinci tür sembolleştirmedir. Bu demek oluyor ki toplumsal iş bölümü birinci tür sembolleştirmedir. Emeğin yeniden üretimi ikinci tür sembolleştirmedir.

Toplumsallaşan insan toplum içerisinde yoğun duygusal belirlenimlerde tüm kişiliğini topluma devreder. Zaten kendi kişiliğini sergileyememesi aklının baskı altında kalmasının da bir sonucudur. Çünkü insan kişiliği saf aklından gelir. Kişilik, ahlak, erdem saf aklın uygulama formlarıdır. Toplum ve saf akıl gerilimi içerisindeki insanın durumu epistemolojik de bir çok sonuç doğurur. Ama gerçek bir epistemolojik çözümleme saf akla ulaşılamadan yapılamaz.


1 Haziran 2017 Perşembe

Doğa Yasalarına Giriş ve Toplumsal Alanın Reddi Üzerine VI


Doğa yasalarına ulaşmak için saf akla ulaşmak şarttır, onun da uğrak noktası pratik akıldan geçer. Dilin konumu ise pratik akıl ve duygusal dünyanın gerilimi arasındadır. Dilin bu iki yönle girdiği ilişki üçlü bir sınıflama süreci gerektirir. Öncelikle, Pratik aklın dil ile girdiği süreç yani onun dilin duygusal dünyadan dolayısı ile toplumsal alandan tamamen ayrı seyri;

1, Doğa yasalarının özüne yönelik sembolleştirme ve somutlaştırma

2, Mantıksal çıkarım elde etme

3, Gerçeklik değerlendirmesi aşamaları ile seyrederken,

Dilin duygusal dünya ile seyri;

1, Duyulara yönelik anlamlaştırma ve birincil sembolleştirmeler

2, Toplumsal mitler ve ikincil sembolleştirmeler

3, İdeoloji aşamalarından oluşur.

İkinci bölüm saf - pratik akıl arasındaki gelişim düzensizliğinin sonucu olarak ortaya çıkar. Toplumsal bir alan içinde hem gerçekleşir hem de onu besler. Ancak bu düzensizlik sadece birinci adımda yani duygusal anlamlaştırma aşamasında geçerlidir. İkinci adımda bu yok olup yerini akıl ve duygu çatışmasına bırakır. Birinci bölüm ise zaten saf aklın bir çeşit gerçekleşmesidir.

Doğa yasaları üzerine değerlendirme yapılırken, saf aklın ona dayanmasının sonuçlarının biri de onun ne doğru - yanlış ne de iyi - kötü değerlendirilmesi içerisine sokulabileceğidir. Bu özelliklerin birincisi dilin pratik akıl ile ilgili bölümünün; ikincisi ise duygu ile ilgili bölümünün bir özelliğidir. Saf akıl bu özelliklerden tamamen muaftır. Yani doğru veya yanlış, iyi veya kötü sadece dilin bir özelliğidir, insan zihninin değil. Birincisi pratik aklın duygular ile ikincisi duyuların duygular ile girdiği ilişkidir.

Doğa yasalarıyla insan ilk olarak duyuları aracılığıyla tanışır. Ancak saf akıl duyular ile hiçbir şekilde ilişkide bulunmaz. Onunla duyular aracılığıyla tanışması, ona onlar aracılığıyla ulaşması anlamına gelmez. Duyular onun sadece kabuğunun yani dışının görüntüsünü verir. Onun özünün bilgisini vermez. Onu sadece saf akıl verebilir. Herşeyden önce duyular duygusal bir belirlenim altında da seyredebilir. Ayrıca duyuların işleyişi de doğa yasalarına tabidir. Yani kendisi de bir belirleme değil bir belirlenimdir. Duyumsamanın kendisi bir özellik iken aklın kendisi bir özdür. Yani akıl bir doğa yasası iken duyumsamak bir doğa yasası özelliğidir. Ancak duyumsamanın kaynağı olan örneğin bir gözün kendisi bir doğa yasasıdır. Bu yüzen eğer bir balık olsaydık, belki de solungaçlarımızdan doğa yasalarını çıkarsayabilirdik. Ancak böyle bir durumda duygusal bir belirlenim altına girme durumumuz olmayacaktı. Bu yüzden saf akla ulaşmamıza gerek kalmayacaktı. Bu tür bir ilişki akıl ile düşünmek arasında da kurulabilir. Buradaki düşünmek duygusal bir belirlenim altına da girebilir. Bu onun bir doğa yasası olmaması  bir özellik olması yüzündendir. Nitekim bu yüzden duyumsamak da bir duygusal belirlenim altına girebilir. Bu yüzden saf akla onun aracılığıyla da doğa yasalarına sadece pratik aklın birinci bölümüyle yani onun duygulardan arındırılmış bölümüyle ulaşılabilinir.

Bu yüzden düzensizlik kuramımın sonucunda, ilk kusur onu doğru - yanlış ölçüsünde değerlendirilmesiyle ortaya çıkar. Bir doğa yasası doğru ve yanlış ölçüsünde değildir. Gerçeklik ölçüsündedir. Yani sadece varlık ve yokluk ölçüsündedir. Bunun sebebi şimdilik dilin kusuru yüzünden hatalı bir değerlendirme olsa da pratik akıl açısından zorunlu olarak doğru olmasıdır. Aslında zorunlu olarak gerçek olmasıdır. Yani duyuların doğa yasalarıyla girdiği ilişkiler de bir tür doğa yasalarıdır. Ne zorunlu olarak doğrudur ne de yanlıştırlar. Kaşığın su içinde kırık gözükmesi de gerçekte düzgün olması da ne doğrudur ne de yanlıştır. Sadece doğa yasasının gerçeklik üzerinden bir özelliğidir.

Gerçeklik önermeleştirildiğinde, dil ile pratiğe döküldüğünde işte bu noktada doğru - yanlış özellikleri ortaya çıkar. Çünkü dil de bir doğa yasası değil sadece onun bir özelliğidir. Ancak bu özellikler doğa yasasının kendisinde ortaya çıkmaz. Doğa yasaları, saf akıl ile doğru yanlış gibi her türlü öncelemelerden arındırıldığında dolayımsız olarak kavranır. İnsanın bunu kavrama aracı başka bir şey değildir. Eğer saf akla sahip olmayan bir varlık olsaydık, başka bir doğa yasasıyla balık örneğinde olduğu gibi yani eğer bir kuş olsaydık belki sadece uçma olgumuza bakarak doğa yasalarını bilebilirdik. Ancak saf akıl özel bir doğa yasasıdır ve varlığı aynı zamanda kendisini zorunlu kılar. Aynı zamanda kendisine ulaşmak zahmetli bir çaba gerektirir. Çünkü tarihin kendisi üzerine attığı tüm kirli anlayışlar ve alışkanlıklardan her türlü inançlardan arındırılması gerekir. Akıl tümelinin kendisi devinim dengesizliğinde olduğu için, insanın kendini belirleyen başka tür doğa yasasıyla bunu bilmesinin mümkünatı yoktur. Çünkü o her zaman duygusal bir çatışmanın tehtidi altındadır.

Dilin pratik akıl ve duygular ile ilgili bölümlerinden birincisine fazla değinilmesi gerektiğini düşünmüyorum. Çünkü zaten o saf akla giden bir yoldur. Ancak, ikincisi dünya üzerindeki genel tutarsızlığın, felaketlerin, akıl tutulmalarının kaynağı olduğu için yoğun bir şekilde araştırılması gerekir. İkinci bölümün ulaştığı son aşama ideoloji aşamasıdır ve bu aşama inançla temellenir. Bu aşamaya her insan geçmeyebilir yani ikinci adımda kalabilir. Bazı insanların pratik aklı devreye girip buna engel olabilir. Ancak duygusal dünyaları ağır basan insanların bir bölümü bu aşamaya ulaşıp saf aklın belirlenimlerinden tamamen çıkar. Diğer söylenmesi gereken de birinci adımın insanlık tarihiyle ilgili olmasıdır. Yani insan doğduğu andan itibaren ikinci adımla başlar. Birinci aşama ona hazır olarak sunulmuştur. Bunun için insan kendi toplumunun dilini öğrenmeye başladığı andan itibaren saf aklı, pratik akla uygulanan yoğun etkiler aracılığıyla baskı altına girer. Baskılanan pratik akıldır ama yok olan saf akıldır. İşte bu toplumsallaşma sürecinin kendisidir.

Duyulara yönelik anlamlaştırma ve birinci sembolleştirmeler süreci, insanın her türlü varoluşa duygusal bir belirlenim altında ve doğal olarak kendi yanılsamaları ile gerçekliğe çarpık bir anlam yüklemesidir. Bunun kaynağı pratik aklın bir alanı olan ekonomik alanın, saf akıl karşısındaki devinim dengesizliği kusurudur. İnsandan bağımsız olarak tarih sahnesinde kendiliğinden belirlenir ve toplumsallaşma sürecinin ilk adımıdır. Bu dengesizlik durumunun en yoğun seviyesi ilk aşamalarda olacağı için yani ilk adımlarda saf akıl ve pratik akıl arasındaki dengesizlik ve uyumsuzluk en yoğun safhada olacağı için, ilk insan en toplumsal insandır.

Bunun için yoğun toplumsal belirlenim altında diğer aşamalara kolayca geçilebilinir. Yani toplumun ilk aşamalarında insanların hepsi ideolojiktir. Bu ideoloji bir mitsel inanç ideolojisidir. Doğa yasaları duygusal belirlenim altında çarpıtılarak inanç durumuna indirgenir. Doğa mefhumları anlaşılamaz ve onlara metafiziksel bir anlam yüklenir. Bu yönelim ikinci adımda perçinleşecek ve insanlar doğa yasalarında aranması gerekenleri kendi mit ve inançlarında arayacaktır.

Bu inanç ideolojisi, insanlar siyasi süreçler içerisine girdikçe yani ekonomik ilişkiler geliştikçe evrimleşecek ve bir kısmı bir tür siyasi ideolojilere dönüşecektir. Bu geçiş aslında akıl ve duygu çatışmasındaki insan aklının nihai zaferinin de ilk belirtilerinden biridir.





20 Mayıs 2017 Cumartesi

Doğa Yasalarına Giriş ve Toplumsal Alanın Reddi Üzerine V


Önümde yanıtlanması gereken bir çok soru var. Daha önce söylediğim gibi, kuramsal teorim dengesiz bir şekilde ilerlese de yöntemsiz bir şekilde ilerlemediğini belirtebilirim. Kuramın ana argümanlarına direk girmem, uzun uzadıya başlangıç için yöntemsel kuralları yazmamam ve dağınık işleyiş benim yöntemimin bir parçası. Çünkü, dil ile ifade edilen her eylem türü insan aklının saf alanına yönelik direk işlem yapamaz. Bunun için, dağınık gitmek zorundadır. Yani yöntemsiz gibi gözüken bu dağınık işleyiş aslında benim düşünce yapımın içinde olan  tutarlılığın bir parçasıdır. Bu ise tek tek paragraflardan çıkarılacak bir şey olmayıp, benim bütünlüğüm içerisinden çıkarsanır. Yani benim yöntem mekanizmam zaten kendi yazımın içerisinde içerilir. Örneğin; bir olguyu açıklamak için hiçbir zaman tek tek tikel durumlardan hareket etmem. Tümele asla tikellerle ulaşmaya kalkmam. Özel durumların benim için hiçbir önemi yoktur. Ama bunu tutup da bunun kurallarını bir yazı içerisinde anlatma ihtiyacı hissetmem.

Bunu anlatmamın sebebi bunun saf - pratik akıl arasındaki ilişkiye dayanması. Daha önce belirttiğim gibi, pratik akıl düzensiz ve çarpık bir ilerleyişle seyreder. Ve yazı eylemi pratik akla dayanır. Nasıl ekonomik gelişim verdiğim örnekte ona dayanıyorsa sadece bilimsel ve felsefeye dayalı bir yazı olması şartıyla dil de ona dayanır. Yani duygulara dayanan veya sanatla ilgili bir yazı olmamak şartıyla. Bunu daha sonra belirteceğim, örneğin evrenselleşmiş bir dile dayanan bir yazı saf akla daha çok yaklaşabilen bir yazıdır. Örneğin, ingilizce yazılmış bir bilimsel yazı, kültürel özelliklerden daha çok arınabildiği, yani toplum mefhumundan daha çok sıyrılabildiği için daha çok saf akla yönelen bir yazıdır. Veya sadece matematiksel bir dille yazılmış bir yazı tamamen saf akılı içerir. Çünkü, o doğa yasalarını saf olarak içerir.

         Doğa Yasaları

İnsanların saf aklın gelişimi sırasında tarih boyunca gösterdiği en büyük hastalık, hatta diğerlerinin ondan türediği yegane hastalık, doğada gördüklerinden daha fazlasını arama, olan gerçekliğinin dışına çıkıp, kendilerine duygusal dünyalar yaratıp kendi duygusal istençleri doğrultusunda gerçeğe gerçek dışı anlamlar ve inançlar yüklemektir. Bu hastalığın kaynağı duygusal dünyadan başka bir şey değildir. Bu hastalığın en büyük semptomu da toplumdur. Eğer metafiziksel bir alana yolculuk yapılacaksa bunun tek sebebi bu dünyanın varlığı ve etkileri olacaktır. Ancak, bu şimdilik bir varsayımdır. Henüz böyle bir dünyanın gösterdiği etkiler ortada olsa da onun nihai gerçekliğini kanıtlamış veya çürütmüş bir durumda değilim ve şu anda olabilecek bir seviyede de değilim. Şu an benim için fiziğin dışına çıkıp metafiziksel bir alana gitmek bir hastalıktan başka bir şey değildir. Filozofların büyük çoğunluğu bu hastalığın pençesine düşmüş ve daha önce de söylediğim gibi bu düşüşün sebebi de yine kendi duygusal dünyaları yani yaşadığı toplumsal etkilenimler olmuştur. Gerçekten bunun en güzel örneği doğa yasaları üzerinde çalışan Thomas Hobbes idi.

Thomas Hobbes
Hobbes, insanın doğası gereği bencil olduğunu ve insanın nihai amacının istek ve arzulara ulaşmak olduğunu ileri sürer. Ona göre insan aklı değer yaratacak bir olgu olmak yerine, kendi isteklerine ulaşmak için hesap yapma gücü olarak sadece birer araç olduğunu ileri sürer. Yani doğa yasalarını toplumsal yapı ve onun belirlenimlerine indirger. Bu o kadar kusurlu bir davranıştır ki, insan aklını duygusal dünyaya yani onun en büyük baskı unsuruna mahkum etmekten başka hiçbir şey değildir. Birincisi, böyle bir çıkarım toplumsal hayattaki yozlaşmış insan davranışlarına bakılıp yapılamaz. İkincisi, doğa yasaları tek tek insan davranışlarına indirgenemez. İnsan davranışlarıyla ise hiç açıklanamaz. Bu yanılgının en temel sebebi Hobbes' un bir saf - pratik akıl ayrımı yapmamasıdır. Doğa yasaları pratik akıl ile açıklanamaz yani insanların kendi isteklerine ulaşmak için hesap yapması, bunun için aklını ortaya koymasının saf akıl ile hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü saf akıl duyusal bir eylemle ilişki halinde bulunmaz. Saf akıl tamamen nötrdür. Buradaki mücadele pratik aklın duygusal alan ile mücadelesidir. Aslında zaten duygusal alan saf akılı baskılayamaz etkileri pratik akıl için geçerlidir. Durum böyle olunca bir doğa yasası olan saf aklın insanın pratik eylemleriyle üstelik, toplum içerisindeki davranışlarıyla açıklanması mümkün değildir. Saf bir şekilde ele alınırsa zaten insanın doğası, doğa yasası olan saf aklının hizmeti altındadır.

Hobbes'un kusurlu sonuçlarının ikinci nedeni de onun doğa yasasını insan merkezli bir anlayışla açıklama çabasına girmesidir. Oysa, insan doğa yasasını değil doğa yasası insanı açıklayabilir. Yani insanı saf akıl açıklayabilir. Pratik alanda doğa yasaları ile ilgili hiçbir açıklama yapılamaz. Yani pratik akıl ile ilgili olan etik bir yaklaşımla doğa yasası açıklanamaz. Oysa Hobbes, doğa yasalarına akıl ile ulaşılabilineceğini söylemektedir. Ama bunu söyleyip ona ulaşmadan üstelik onunla ilgili etik alanda çıkarımlar yapmaktadır. Ayırca, direk ona ulaşma çabasına girmeden önce hemen direk insana yönelmektedir. Zaten o doğa yasasından sadece pratik alanı algılayarak başta yanlış bir yöntem ortaya koymuştur. Doğa yasaları fizik ve etiği bütün olarak kavrar. Doğa yasalarına ulaşmak için sadece tek bir imkan vardır. O da saf akıldır.

İnsanın doğası saf aklının doğasıdır. Saf aklının doğası ise doğa yasalarının bir parçasıdır. Doğa yasalarına da  iyi veya kötü bir özellik yüklenemez. Bu tür bir özellik duygusal alana aittir. Sonuç olarak insan doğasına yönelik iyi veya kötü denemez. ''İnsan doğası bencildir'' derken aslında bencillik kavramına da iyi veya kötü bir özellik yüklenemez. Buradaki durum benim açımdan ilginçtir. Buradaki bencillik kavramı duygusal bir belirlenim içine girerse, iyi ve kötü mefhumları belirir. Ancak, buradaki iyilik ve kötülüğün gerçekliği duygusal belirlenimin gerçekliği kadardır. Yani belirsizdir. Aklın alanından çıkmaya başlar. Bencillik kavramı pratik aklın belirlenimi altına girerse, iyilik ve kötülük ortadan kalkıp; doğru ve yanlış devreye girer. Buradaki doğruluk ve iyilik aynı şey değildir. Burada benim için ilginç olan, etik alanının dışında ayrı bir, duygusal alana ait yeni bir alanın belirmesidir. Pratik alandaki doğruluğun, saf akla ulaştıracak pratik akla uygun olanı isteme olacağını söyleyebilirim. Ben yine diğer alandan kaçmaya çalışıp onunla ilgili açıklama yapmayacağım. Ama sonuç olarak saf akıl hiçbir belirlenim altında olmayacaktır. Bunun için, ''insan doğası gereği bencildir'' önermesi başlı başına geçersiz bir önermedir.

Saf akıl bir doğa yasasıdır ama özel bir doğa yasasıdır. Bu yüzden onun temizlenmesi, hastalıklarından arındırılması gerekir. Bu amaç için bir sonraki yazımda kaldığım yerden devam etmeyi umuyorum.




8 Nisan 2017 Cumartesi

Aklı Esaretten Kurtarmak


Öncelikle, bu yazımın diğerlerinden farklı bir konumu var. Buraya kadar yazdıklarımdan sonra, devam etmeden önce bir durak vermem gerekiyor. İşte o liman bu yazı olacak.

Ben bir felsefeci ve toplum bilimci olduğuma göre meselelerim, günlük hayatta görünen türden pratik konular, belirli dönemlere sıkışmış insanın zavallığını en açık şekilde yansıtan siyasi kavgalar, insanların gelip geçici duygusal bunalımları, pratik hayattaki sürekli değişen deneyimleri, endüstriyel hayattaki tüketim içine batmış ve gösterge dünyasındaki yansımalara boğulmuş alışkanlıkları veya postmodern hayalleri ve sanrıları olamaz. Aynı sebepten ötürü, popülizmin kölesi olmuş birkaç derece daha fazla menfaat elde edeyim diye kendisi gibi davranamayıp beklentilerin uşaklığını yapan ve karşısındakinin veya yaşadığı toplumun istekleri doğrultusunda hareket edip kişiliğini yok etmiş insanların davranışlarını, üsluplarını sergilemem beklenemez. Yine aynı sebepten ötürü yazdığım bu yerin, ışıltılı süslerle, parlak reklamlarla, insanların daha çok ilgisini çekmek için türlü numaralarla donatılması düşünülemez. Çünkü yalanlar her zaman parlak ve süslü renkler ile bezenirler.

İnsan olan herkes, felsefe konuları üzerine düşünebilir ve onunla ilgilenebilir. Kimse onu bundan dışlamaya cüret gösteremez. Kimse onu devlet okullarına veya ticari amaçlarla oluşturulmuş özel okullara veya herhangi bir oluşuma mahkum etme hakkına sahip olamaz. Felsefede rütbeler yoktur, makam ve mevki yoktur. Toplumların verdiği statüler felsefede geçersizdir. O insanlara neden ve niçinleri sorduran, görünüşlerin ötesine geçip gerçeğe ulaşmak için bir yöntem yani bir fırsat veren özel bir alandır. Ancak insanlar; günlük hayattaki pratik esaretleriyle, maddi kaygılarıyla yani temel olarak duygusal dünyalarındaki baskılarla bundan vazgeçer. Bundan vazgeçtikçe daha çok dışarda kalır. Dışarda kaldıkça toplum içine daha çok gömülmeye başlar. Daha çok toplum içinde kaldıkça en temel isteklerini, anlama ve merak yetilerini kaybederler. Çünkü toplumsal yapılar felsefenin sorularını, kendi oluşturduğu hazır cevaplarla ikame eder.

Ve bunu kaybettikçe mutlu olmayı, bir duygusal durum sanırlar ve buna indirgerler. Böyle sandıkça yaşadıkları geçici duygusal durumları mutluluk veya tersini mutsuzluk sanırlar. ( 1 )

Bu sürecin devamı, insanların toplumsal yapılar içerisine daha çok entegre olmasıyla sonuçlanır. Karşılıklı duygusal durumların yoğunluğu içerisinde insanlar, kendilerini artık kendi kişiliğiyle ifade edemeyecek, anlama ve akıl yürütme yetilerini sergileyemeyecek, esaret altında yaşamaya mahkum kalacaktır. Ancak bu esaret sadece bir dirençtir, tümel ve bağımsız seviyede gerçekleşen insan aklının gelişimine karşı. Bu edimde bulunan her toplumsal yapının bireyleri, bu gelişim karşısında, mutluluklarını duygusal bunalımlarında ararken, mutsuzluklarını kendi eliyle inşa edip, bu gelişim karşısında yitip tükenmeye mahkum kalacaklarını asla bilemezler.

Kişinin yazılarında, konuşmalarında argo veya küfürlü bir üslup kullanmayınca samimiyetsiz bulunduğu, samimiyetin ölçüsünün hakaret etme olduğu; bencilliğin ve dolandırıcılığın bir zeka örneği, cömertliğin ve paylaşmanın ise enayilik sayıldığı bir toplumsal düzen içerisinden geliyorum. Bunların hepsi suni bir şekilde şişirilmiş, anlatılarla idealleştirilmiş toplum içerisinde değil, toplumun başlı başında kendisinde yaşanıyor. Buradaki problem tek tek tikel toplumlar ile ilgili değil, toplum kavramının içinde saklı. Bunu savunmamın sebebi ise, bunun kaynağının duygulanım durumlarındaki çarpıklar olması. Onun kaynağının ise toplumun kendisi olmasıdır. Ve benim bu konuyu araştırdığım ve buna kendimi yetkili gördüğüm en temel tezim ve teorim '' Doğa Yasalarına Giriş ve Toplumsal Alanın Reddi Üzerine '' adlı başlıkla başladığım yazımdır. Bu yazı benimle birlikte gelişecek ve hayatım boyunca devam edecek. Bu yazının içinde bulunan şartlar nedeniyle dağınık gittiği, sistemli bir şekilde gitmediğini ve yine öyle gitmeyeceğini söyleyebilirim. İkinci olarak benim gelişimimle beraber geliştiği için, benim gelişimimdeki sistemsizlik ve düzensizliğe ne yazık ki tabi olmak zorunda. Eğer imkanım olursa ve bunu bitirebilirsem, temel tezimi sistemli bir hale getirip kitap biçiminde yayınlayacağım. Yaparsam, yaptığım son şey de muhtemelen bu olurdu. Belki de hiç bunu yapamam, belki de teorimi hiç sonuçlandıramam ama biliyorum ki bunu başaracak birisi olacaktır.

Bir çok felsefeci ve sosyolog; insan - toplum - doğa ilişkilerini incelemiş ve kendince bir görüş ortaya atmıştır. Bunları açıklamak bu yazımın konusu değil ama şunu söyleyebilirim ki, benim gözümde bu bilim insanlarının çoğu, kendi yaşadığı toplumunun ve döneminin yapısından bir şekilde etkilenmiştir. Ve ne yazık, ki bu insanlar benim gözümde en temel sorun olan, insan aklını toplumsal yapı ve anlayışlar içerisine mahkum etme ona esir etme hatasından sıyrılamamıştır. Çünkü insan aklı en sert şekilde bunlardan dolayımsız, bağımsız ve tümel düzeyde işletilmelidir. Bunun başka bir yolu benim gözümde mümkün değildir. Düşünürlerin bir bölümü, insanın toplumsal bir varlık olduğu ve ancak onun içerisinde ahlaki eylemler gerçekleştirebileceği ön kabulünde bulunarak zaten başta hataya düşmüş, bir diğer bölümü de öyle olmasa bile onu araçsallaştırıp toplumsal yapı içerisinde gelişimde bulunabileceğini, insan aklının o yapı içerisinde varlığını sürdürebileceğini düşünerek ( ve bunu yaparken de çok ender istisnalar olabileceği göz önünde tutularak neredeyse hepsi, kendi toplumundan, kültüründen yoğun bir şekilde etkilenmiştir. ) nihai cevaplara asla ulaşamamıştır. (2) Ben iddia ediyorum ki insan aklı toplumsal hiçbir yapı içerisinde gelişemez, ona karşı gelişir.

Ve yine öne sürüyorum ki; insan toplumsal bir varlık değildir ve insan aklı onun içerisinde her zaman ve her yerde baskı altında tutulur. Böylelikle benim amacım da burada belirir. İnsan aklını esaretten kurtarmak...


AÇIKLAMALAR


(1) Bu konu temel tezimin duygular ile ilgili bölümünün konusudur. Orada daha detaylıca işlemeyi düşünüyorum. Ancak böyle bir konuyu yazabilmek zor, ürkütücü ve sıkıntılı bir durumdur. Çünkü duyguların, insan aklıyla açıklanabilmesi en üst seviyede olmadıkça pek mümkün değildir. Duygularına tamamen egemen olamayan, onunla savaşını nihai olarak zaferle sonlandıramayan insan aklı, onu açıklamaya da yetkili değildir. Çünkü böyle bir yazıda duyguların o yazıya hakim olma tehlikesi her zaman var olacaktır. Bunun için böyle bir konuyu ancak hazır olduğumda yazabilirim. Belki de hiç yazamam.

(2) Belirtmeliyim ki burada anlattığım durum zaten olması gereken ve olan, insan aklının gelişim sürecidir. Bu düşünürler de bu sürece katkı vermiştir. Zaten bu etkilenme durumunun teorime uygun olarak gelecek dünyasında azaldığını ve azalarak devam ettiğini gözlemlemekte ve düşünmekteyim. ( En azından gerçekten bunun hakkını veren sosyal bilimciler içerisinde ) Ayrıca matematik ve fen bilimciler, direkt olarak insan aklının saf alanında işlem yaptıkları için bu etkiden ayrıcalıklı şekilde muaf olurlar.