21 Aralık 2018 Cuma

Johannes Kepler'in Sonsuzluğu Reddedişi

Johannes Kepler
Aristoteles evreni canlı bir organizma olarak görmüştü. Onun evreninde doğa, devinim ilkesini kendi özünde taşımaktaydı. Galileo'nun daha sonra ortaya atacağı, devinimdeki değişmenin kuvvet değişimleriyle açıklanması gerektiği ilkesine karşıt olarak o; cismin serbest bırakıldığında nihai ereğine devineceğini ve durağan kalacağını varsayıyordu. Bu değişim, sadece bir değişim değil; belirli bir çaba, bir erek ve bir anlam dünyası olarak da tanımlanmıştı. Aristoteles evreni; oluş ve bozuluşun hüküm sürdüğü ve yerkürenin içinde bulunduğu ayaltı alem ile ezeli ve ebedi varlıklardan oluşup dairesel olarak devinen ve ayın üstünde olan gezegenler ve çakılı yıldızların bulunduğu ayüstü alem olarak tasarlar. Evrenin merkezinin yerküre olduğu, sonlu bir evren anlayışı ortaya koyar. Sonsuzluk Aristoteles'e göre, sadece potansiyel olarak varolabilir. Tözsel olarak bir varoluşu olmayan sonsuzluk; parçanın sonsuza kadar bölünebilme olanağı gibi, sadece bir imkan anlamında veya düşüncenin bir fonksiyonu olarak vardır. Bunu takip eden Aristoteles, mekanın büyüklüğünün sonsuz olamayacağını, ancak mekanın bölünebilirlik anlamında sonsuz olduğunu ileri sürer. Hiçbir uzam sonsuz parçalarına potansiyel olarak bölünebilse de, zamanın herhangi bir anında fiili olarak bölünemez. Buradan hareketle Aristoteles, evrenin mekan ve maddesinin sınırsız büyüklük olarak sonsuzluğunun varoluşunu yadsır. Aynı şekilde, evren üzerinde maddeden ayrı bir boşluğun varoluşunu da.

Yerkürenin evrenin merkezi olduğu görüşü karşısında, Copernicus tarafından salt matematiksel hesaplarla oluşturulan güneş merkezli evren teorisi ortaya atıldı. Copernicus sisteminde Güneş, evrenin tam merkezinde bulunur ve gezegenler onun çevresinde devinirler. Ancak yine de, evren Copernicus'da sonsuz değildir ve çakılı yıldız dizgeleriyle sınırlandırılmıştır. İtalyan gökbilimci Giordano Bruno tarihte önemli bir adım atarak, Copernicus'un güneş merkezli evren teorisini daha da ileriye götürdü. Bruno, yerel ve göksel tözler arasındaki nitelik farkını yadsıdı. Bu, geleneksel Aristotelesçi kozmolojiden kesin bir kopuşu temsil ediyordu. Çünkü; evrenin her noktası Bruno'ya göre, eşbiçimli olarak tasarlanmaktaydı artık. Bu, evrenin bir merkezi olduğu görüşünün reddedilmesiydi. Bruno'ya göre evren; esnek maddeyle dolu olan sonsuz bir uzaydır. Ona göre herşey, kendi içinden gelen dairesel devinimle aynı yasaya göre devinir. Yine bu, maddi Dünya'nın dışında bir ilk devindirici yani Tanrı anlayışının reddedilmesidir. Devinim, cismin özünden gelen yasalarla gerçekleşmektedir. Bruno'ya göre, herşeyi kuşatan töz; hem değişmenin devindiricisi olan değişmeyen madde, hem de onun kaynağı olan biçim, ruh ya da Tanrı'dır. Ancak bu Tanrı anlayışı; Aristoteles'in aşkın Tanrısı gibi değil, hem ilke hem doğaya içkin ve hem de tek parçayı aşan olarak nedendir. Bruno'ya göre, evren sonsuzdur ve her yerinde aynı yasalar hakimdir. Örneğin; galaksiler, yıldızlar, güneş sistemi gibi yapılar sonsuz sayıda ve sonsuza doğru uzanmıştır. - Bruno'nun evren anlayışı yine de organik olarak tasarlanmıştı, ancak bu çelişki evreni mekanik olarak tasarlayan Spinoza tarafından aşılmaya çalışıldı -. Bu yeni kozmoloji geleneksel değerlerin ve anlam dünyasının tamamen yıkılması anlamına geliyordu ve bu cesur gökbilimcinin de beklendiği gibi hayatı, kendisinin çokça etkilediği Spinoza gibi dramatik bir şekilde sonlanmış.

Johannes Kepler, Bruno'nun temel varsayımlarının ve özellikle evrenin sozsuzluğu görüşünün metafiziksel bir varsayım olduğunu gördü ve sonsuzluğu mantıksal bir çelişki barındırdığı gerekçesiyle reddetti. Çünkü Kepler'e göre de sonsuzluk, mantıksal olarak kavranılamaz ve hiçbir şekilde deneyimlenip gözlemlenemez. Kepler modern fiziğe ilk adımı atan bilimcidir. Çünkü Kepler, Aristotelesçi canlı, organik, niteliksel enerji anlayışı yerine; mekanik, niceliksel enerji anlayışını getirdi. Kepler; geleneksel yunan düşüncesindeki doğal hareket anlayışı yerine, her cismin doğası gereği durağan kalmaya eğilimli olduğunu söyleyerek, eylemsizlik yasasına giden yolda ilk adımı attı. Ayrıca Kepler, birinci yasasında yerkürenin Güneş çevresinde dairesel değil eliptik bir yörünge izlediğini ortaya attı. Bu, geleneksel devinim anlayışından da kopuşu temsil ediyordu. Çünkü, geleneksel kabulde dairesel devinim; tanrısal devinim ve sonsuzluğu imlediği için en yetkin hareket olarak kabul ediliyordu.

Kepler'e göre; Bruno'nun sonsuzluğu en uç noktalara götürdüğü gökbilimi ve eşbiçimli evren tasarımı mantıksal imkansızlık taşımaktaydı. Eğer Bruno'nun evren anlayışı kabul edilecek olursa, evrenin herhangi bir noktasındaki bir gözlemcinin evren üzerindeki görülerinin de eşbiçimli olması gerekmektedir. Buna göre örneğin; Sirius (köpek yıldızı) üzerindeki bir gözlemci Dünya'yı, tıpkı durağan yıldızların bize göründüğü şekliyle görmesi gerekir. Çünkü evren eş-biçimdeş ve sonsuz ise, durağan yıldızların dağılımı da eş-biçimdeş olması gerekir. Kepler'in çıkarımlarının en temel noktası; gökbiliminin görünenler üzerine konuşması ve optik yasaların dışına çıkmaması gerektiğidir. Kepler bu teorilerini geliştirdiği sıralarda henüz teleskop bulunmadığı için; yıldızların görülür yarıçaplarının, gerçek yarıçaplarına düştüğünü kabul etmekteydi. Ancak; yıldızlar çıplak gözle bakıldığında bir optik yanılsama içerir çünkü, çevresindeki ışık saçımları onların görülür yarıçaplarının olduğundan daha büyük görülmesine neden olur. Örneğin, teleskopla yıldız ve gezegenler 20 kat büyütüldüğünde; gezegenler 20 kat büyürken, yıldızlar ancak 2-3 kat büyümekteydi. Çünkü; çevrelerindeki ışık saçımları teleskopla engellenebilmiş, yıldızlar gerçek yarıçaplarına indirgenebilmişti. Ancak bu optik yanılsamadan Kepler'in henüz haberi olmadığı için, burada bir takım hatalı çıkarımlar yaparak; durağan yıldızları bizden eşit uzaklıkta kabul eder ve onların eş biçimliliğini yadsır. Eğer eş biçimli olsa ve görülen yarı çapları gerçek yarı çaplarına düştüğü kabul edilirse, aynı uzaklıktaki iki yıldız için; birbirlerinin yerkürelerinin içinden bakan gözlemciler için, bu yıldızların yerküreleri birbirlerine devasa büyüklükte görülmeleri gerektiğini ve bunun sonsuz yıldız dizgesi içinde düşünüldüğünde imkansız olduğunu ortaya atar. Daha sonra gelen yakın dönemdeki bazı fizikçiler, evrenin her yönden eşbiçimli olduğunu, bunun için; başka özdeklerden bakıldığında da aynı eşbiçimliliğinin korunması gerektiğini ortaya atmıştır. İşte bu tutum Kepler için tamamen keyfi ve bilimsel olmayan bir tutumdur. Burada belirtilmesi gereken şey, Kepler'in sonsuzluğu reddedişindeki bu hataya neden olan ama elinde olmayan gözlemsel yanılsamanın dışında; onun mantıksal kanıtlarıdır.

Kepler'e göre; sonsuzlukta alınan her noktanın sonsuz olarak ayrılması gerekir. Görülür bir yıldız sonsuz uzaklıkta olamaz; ne de görülmez bir yıldız sonsuz uzaklıkta olabilir. Çünkü bu, sonsuz büyüklükte bir cismin varlığını gerektirir ve böyle bir cisim de bulunamaz. Buradan Kepler'in sonsuzluğu reddedişindeki birinci mantıksal neden ortaya çıkar. Eğer evren sonsuz ise, Dünya ile herhangi bir yıldız arasındaki uzaklığın da sonsuz olması gerekir. Çünkü, sonsuzun tüm bölünen parçaları da sonsuzdur.

İkinci olarak Kepler; sonsuz içerisinde alınan bir cismin çapının da sonsuz olması gerektiğini ileri sürer. Örneğin; dört dakikalık bir açı altında görülen bir yıldız imlersek, böyle bir cismin genişliği, geometrik kurallar gereğince her zaman uzaklığın binde biri olur. Buna göre; eğer uzaklık sonsuz ise, yıldızın çapı sonsuzun binde biri olacaktır. Sonsuzun bütün bölünen parçaları da sonsuz olacağından, yıldızın biçimsiz olması gerekecektir. Bu durum, yıldız ister görülsün ister gözlenemesin geçerli olacaktır. Çünkü, çeperin tam bölünen parçaları kaplaması zorunludur. Ama çapı sonsuz olan bir çeperin kendisi de sonsuz olacaktır.

Üçüncü olarak Kepler'e göre; yıldızlar olmaksızın da sonsuz bir evren tasarlanamaz. Çünkü nereye bir yıldız koyarsanız koyun, yeryüzünden sonsuz bir uzaklıkta olursunuz. Yani, eğer yıldızları sonsuz bir uzaklıkta yaymaya kalksam bile, sonsuz bir evrende ardı ardına sonsuza kadar uzattığım yıldızların, bizimle aramızdaki mesafesinin hiçbir ayırt edici özelliğini bulamazsınız. Bu durumda, yıldızları sonsuza kadar uzatmamın uzam olarak hiçbir anlamı olmayacaktır. Yani; bir yıldızın başka bir yıldızdan, Dünya açısından daha uzakta olduğunu hiçbir şekilde öne süremeyeceğim. Çünkü, her yıldızla aramdaki uzaklık yine sonsuz olacaktır. Kepler'e göre mantıksal olarak, iki cisim arasında sonsuz bir uzaklık düşünülemezdir.

Yorumcular tarafından; sonsuzluğun mantıksal olarak reddedilişindeki Kepler'in çıkarımları doğru olarak kabul edilse de, onun sonsuzluk ile ilgili anlayışında bir takım eksiklikler ifade edilir. Kepler, Aristotelesçi bilgi felsefesini benimsemiştir. Ancak modern fizikçilerin yaptığı gibi; Aristotelesçi bilgi kuramı yerine, Platoncu bilgi teorisi geçirildiğinde sorun daha farklı görülür. Sonsuz Kepler'in de kabul ettiği gibi, sayının ve tüm ölçünün ötesi anlamında değil midir? Nasıl ki, en büyük sayıyı düşünemesem de, sayıları sonsuza kadar saymayı düşünemez miyim? Aynı şekilde; yıldızları sonsuz bir şekilde edimsel olarak yayamasam da, onları bir sona ulaşmaksızın koymayı zihnimde düşünemez miyim? Hatta ileriye giderek varlığın sonsuzluğunu değil de, ama yokluğun sonsuzluğunu tasarlayabileceğimi kabul edemez miyim?

Kepler bu çıkarımlarını, henüz teleskobun bulunmadığı bir dönemde yapmıştı. Galileo teleskop ile yaptığı gözlemlerde; daha önce hiç görülmemiş yıldızları, Jupiter'in uydularını keşfetti. Ancak bu olgu dahi, Kepler'in çıkarımlarını değiştirmesine neden olmadı. Kepler, gözle görülmeyen yıldızların teleskopla görülebilmesinin nedenini, onların görülenlerden daha küçük olmasına bağladı. Bu bir hatalı çıkarımdı, çünkü; yıldızlar diğerlerinden daha uzak olduğu için görünmemekteydiler. Ancak o dönemde; yıldızların görülememesinin nedeninin, görülenlerden küçük mü yoksa uzak mı olduğu seçeneklerinden birinin diğerine tercih edilmesinin hiçbir gerekçesi yoktu. İkisi de, o dönemdeki teknolojiyle aynı oranda geçerliydi. Ancak, Kepler'in mantıksal çıkarımları çok güçlü savlara dayanıyordu. Bunun için; Galileo'nun teleskobu ile görülebilenden daha ötesini görmesi Kepler için hiçbir anlam ifade etmiyordu. Çünkü; en gelişmiş teleskop dahi görme yapısının olgusal sınırlarını aşma olanağı verir, ancak onun özsel yapısını değiştirmez. Teleskop ile görünenden daha ötesi gözlemlenmiştir. Ama ötesinin ötesi değil, sonsuzluk ise hiç değil. Çünkü sonsuzluk Kepler'e göre, hiçbir şekilde gözlemlenemez ve mantıksal olarak dağrulanamazdı.


REFERANS

Ahmet Cevizci, İlkçağ Felsefesi, Ankara, Say Yayınları, 2016

Alexandre Koyre, Kapalı Dünyadan Sonsuz Evrene, (çev) Aziz Yardımlı, İstanbul, İdea Yayınları, 2014

Robin George Collingwood, Doğa Tasarımı, (çev) Kurtuluş Dinçer, Ankara, İmge Kitabevi, 1999



 



















8 Kasım 2018 Perşembe

Doğa Yasalarına Giriş ve Toplumsal Alanın Reddi Üzerine XII


V - Duygulanımlar Üzerine

Duygulanımlar sadece karşıtlıkları üzerinden varolabilirler. Bu tıpkı sevginin olmadığı bir yerde nefretin, nefretin olmadığı bir yerde sevginin varolamaması gibidir.

Belirlenim yasaları için geçerli olan bu durum, doğa yasaları içerisinde ele alındığında geçersizdir. Bunların işlerliği kendileri üzerinden bir karşıtlık kurma, hatta aralarında bir ilişki kurmaya gerek kalmadan iletilir. Doğada zayıf olanlar varoluşlarını sürdüremez. Ancak bunlar, diğerlerinin güçlü olmasından değildir. Doğa içerisinde güçlü olmanın değil, sadece zayıf olmanın bir anlamı vardır. Duygulanımlar içerisinde eğer siz sevgiyi yok ederseniz, aynı zamanda nefreti de yok etmiş olursunuz. Bunun tersi de geçerlidir. Aynı zamanda sevgi ne kadar arttırılırsa, onun içerisinde bulunan ancak duygulanımlar içerisinde devinen ve bir insanın normal olarak fark edemeyeceği, nefret olgusu da o derece arttırılır. Bir şeye duyulan sevgi aynı zamanda, ona karşı duyulan nefreti de içerir.

Evren içerisinde olup biten her şey ancak doğa yasaları içerisinde açıklanabilinir. Bunlar belirlenimler içerisinde işleyen kuralları da belirlerler. Yukarda söylenen bu durumu ortaya çıkaran şey ise, duygulanımların ayrı bir varoluşu veya bağımsızlığı olmasından değil, varoluş derecesi olarak farklı bir konumda bulunmasındandır. Örneğin; sizin bir uyarıcıya ( bu bir kadın olabileceği gibi, toplumsal bir mit de olabilir ) duyduğunuz aşk, biyolojik yasalar içerisinde ele alınıp tanımlanabilinir. Yani aşk; sizdeki biyolojik olarak varolan yasaların belirlenimsel bir anlam kazanıp, varoluş derecesinden bir sapmayı gösterir. Hatta bazı ve bir çok durumda aşk, doğa yasalarının işleyememesi durumunda onun karşı bir yardımcı işleme aracı olarak işlev görür. Bu durumda aşk ne bir doğa yasasıdır, ne de o olmadan varlık alanı bulabilecek bir şey. Böylece duygulanım, yasanın işleyebilmesi için pratik aklın ürettiği bir tepki olabileceği gibi; bencil tutkuların ikincil tatmin alanı olan bir duygusal forma da bürünebilir. Birinci durumda zaten doğa yasalarıyla olan ilişkisi bellidir. Bunu pratik alan sağlar. İkinci durumda ortaya çıkan, üçüncü türden dereceye kendini aktarır. Şöyle; doğa yasaları tamamen dışarda kalamaz. Çünkü bu durum; onun dışındaki ayrı bir varlık alanına işaret eder ki, doğada böyle bir alan da bulunamaz. Duygulanımın, yani örnekteki aşkın tutkuya dönüşmesi, pratik alanın da dışarda kaldığı durumdur. Bu durumda insan; doğanın insan ile ilgili yasası ve bir türü olan saf akıl ve işleyişlerinin tamamen dışında kalmıştır. Ancak, doğa yasalarının tümünden tamamen değil. Tutkular düşük varoluş derecesinden bu ilişkiyi sürdürür.

Bir insan bu tip bir durumda; saf akıl yasası kendisi için devre dışı kaldığından, zihinsel ve fizyolojik bir çok yıkıma uğrar. Bu insanlar tedavi edilmezlerse fizyolojik yıkımlarında olduğu gibi, zihinsel yıkımlarında da geri dönüşüm mümkün olmaz. Toplum içerisinde zihinsel olarak ahmaklaşır. Fizyolojik olarak obezite ve onun getirdiği bir çok hastalığa uğrar. Doğa içerisinde bu hastalığa sahip olan tek canlı türü insandır. Toplumsal duygulanım içerisinde saplanmış insan, zihinsel benliğini kaybedeceğinden fiziksel olarak çirkin bir yapıya bürünür. Bunun karşıtı olarak bireysel duygulanımlardaki insanlar; genellikle karşı cinse hoş gözükmek - veya bu ekonomik alanla da ilişkili olabilir - , gibi nedenlerden anlamsız bir güzelliğe bürünme çabası içerisine girerler ki, genelde bu duyu yanılmalarına yönelik hilelerden oluşur. Buna karşın, doğada güzelliğe de çirkinliğe de aynı oranda yer yoktur. İnsanların zihninde sanıldığı gibi güzellik çirkinlik ideaları da yoktur. Bireyin zihninin etkilenimine baktığımızda, matematiksel aksiyomatik düşünceler onun zihninde körelmeye başlar. Toplumsal belirlenimde insan; kendisini tutkusal ideolojik soykırımlara, dinsel yağmalara hazırlar; bireysel belirleniminde insan, tutku haline getirdiği kadını öldürebilir. Ancak; bireyselliğe geçiş pratik aklın ilerlemesi olduğu için, bireysel duygulanımlar toplumsal olanlardan her zaman daha az tehlikelidir. Bunun örneklemeleri o kadar çoğaltılabilinir ki, bu hastalıklar ve etkilenimler bunlarla sınırlı değildir.

Ancak asıl konumuza dönecek olursak, burada söylemek istediğim; duygulanımlar ne kadar yoğun olursa olsun, doğa yasaları dışında bir varlık alanı bulamaz ve onun işleyiş yasalarına tabi olmak zorundadır. Aklın ortadan kalkıp, diğer yasaların aynı zamanda işlemeye devam etmesi insan için yıkım hızını da arttırır.

Böylece bu durum, ''nasıl oluyor da duygulanımlar fiziksel olarak etkilenimde bulunabiliyor'' sorusunu da cevaplamamıza olanak tanır. Eğer onların gerçek bir varoluşu yoksa. Konunun bu kısmı için şimdilik bu kadar şey söylemek yeterli, çünkü bu tartışma çok daha uzun olacaktır.

Şimdi konumuza dönecek olursak;

Duygulanımları en iyi örneklendirebileceğiniz şey; sevgi ve nefrettir. Hatta duygusal belirlenimlerin tümü, bu iki temel olgudan çıkarsanır. Ancak insanlar, düşüncelerinde bu iki olguyu hep bireysel olarak tasarlamışlardır. Oysa duygulanımlar, hiçbir zaman doğrudan bireye yönelik etkilenimlerine başlayamazlar. Çünkü duygulanımların ana kaynağı toplumsal yapılardır. Bu iki olgu da anlamlarını ilkin, toplumsal yapı içinde bulur. Toplumsal üretimlerde başlangıçta, duygusal belirlenimler en şiddetli evresinde gerçekleşir

Toplumsal üretimlerin; mitsel inançların, din olgusunun, ideolojik yapıların kaynağı sevgi ve nefret durumlarıdır. Dünya üzerinde bir çok dinsel inançların bulunması; ve yaşamda bir tane dinin olmasının, aslında hiçbir dinin olmaması anlamına gelmesinin nedeni budur. Diğer duygulanımlar gibi din olgusu da, çok farklı formasyonları ile ancak mümkün olur. Aynı şey ideoloji içerisinde de geçerlidir. Her ideoloji varlığının tamamını ona karşıt olan ideoloji üzerinden kurar ve varolabilmesi için ona muhtaçtır. Gücünün kaynağı odur. Zayıf bir doğa yasası yoktur. Sadece, işleyen kendisi vardır. Oysa ideolojiler zayıftır, güçlüdür, güçlenirler ya da zayıflarlar. Doğa yasalarında olduğu gibi devinmeden, değişime uğramadan ifade edilmeleri mümkün değildir. Diğerlerinde bu durum, sevgi ve nefret ikililiği üzerinden ifade edilir.

Buradan artık anlıyoruz ki; nefretin hakim olduğu en kötünün dünyasıyla, sevginin hakim olduğu en iyinin dünyası aynı derecede geçersizdir. İyi ve kötü olguları da duygulanımların etkilenimleridir. Buradan, mutlak iyinin ve kötünün mutlak anlamda varoluşunun olmadığını çıkarımlarız.

İyi ve kötü olguları bir duygulanım türü iken; doğru ve yanlış olguları, belirlenimsel alan içerisindedir. Bu nedenle doğru ve yanlış, başlangıçta bir duygunun ruhunu değil, pratik aklın belirlenimlerini yansıtır. Aristoteles ile başlayan, ondan sonra geliştirilip farklılaşan mantık sistemlerinin pratik akla dayandığını söylememin gerekçesi budur. Bu yüzden, mevcut mantık sistemlerini nihai olarak doğru ve yanlış ilkeleri üzerinden yorumlandıkları için, saf akıl mantığı değil belirlenimsel mantık olarak görürürüm. Ancak pratik akıl, saf akla yönelir. Bu yüzden bunu, bir gelişim olarak görebiliriz. Tarihte matematiksel ve geometrik kavrayış yönü kuvvetli olan düşünürler, belirlenimsel etkilenimlerden her zaman daha çok muaf olmuştur. Çünkü, saf akıl tamamen matematiksel bir formda işlem yapabilir.

Asıl konumuza tekrar dönecek olursak;

Duygulanım içerisinde olanlar varoluşlarını hep karşıtlıkları üzerinden kursalar da, birbirleri üzerinde tamamen nihai bir hükümranlık kuramazlar. Bunların anlaşılması için, varoluşun tek tip olmadığını yine söylememiz gerekir. Varoluşun tek bir tipi yoktur. Varolmak kendi içerisinde bir çok derece barındırır. Ancak bu durum yokluk için geçerli değildir. Yokluk sadece tek bir tip tarzıyla anlaşılabilinir. Bu yüzden asli olanın yokluk, varoluşun ise bir istisna olmasının bir sonucu da budur.

Tüm varoluş bir istisnadır. Bunun dışında duygulanımların varoluşları varlık derecesi olarak tekrarı işaret eder. Sadece tekrar ederek varolabilirler. Devinimleri hep daireseldir. Doğa yasalarınınkiler ise şimdilik bir kenara bırakılmalı. Duygulanımlar tekrar içerisinde varoluş derecesindedirler. Duygulanımlar asla gelişmez. İlk insanın herhangi bir uyarıcıya duyduğu sevgiyle, modern insanın duyduğu sevgi arasında hiçbir fark yoktur. 

Duygulanımlar şiddet derecesiyle farklılaşır, özsel dereceleriyle değil. Bu maddenin ağırlığına benzer. Bir kilo demir ile iki kilo demir arasında özsel hiçbir fark olmaması gibi. Ancak, bu şiddet derecelerinde korunum türünden bir yasa vardır.

Duygulanımlar ancak karşıtı ile varolabildiğinden; aynı uyarıcıya karşı duyulan sevgi ve nefret derecelerinin farklı değişken aralıklarındaki toplamları birbirine eşit olmak zorundadır. Aslında bu onların dairesel hareketlerinin de bir sonucudur. Açarsak; uyarıcıya karşı duyulan sevgi derecesi değişebilir, ancak bu sevginin kendisindeki özsel bir değişim olmadığı için, bu değişim karşılığını nefret çizelgesinde verir ve bunların toplamları farklı durumlarda birbirlerine eşit olur. Bu; enerjide olduğu gibi, sevgi derecelerinin şiddet artışları potansiyel olarak aynı oranda nefret derecesindeki artışı körükler. Bu durum, ayrı bir varoluş derecesine kapı aralar. Potansiyel olarak artan nefret derecesi, derece olarak sevgi karşısında düşer. Bunların hepsinin birbirlerine göre tersi de geçerlidir. Çünkü, bir duygulanımın tek başına hiçbir anlamı yoktur. 

Korunum durumunun sonuçlarından biri, sevgi ve nefret olgularının veya daha genel ifadeyle duygulanımların tek başlarına azalıp artamayacağıdır. Duygulanımlar varoluş dereceleri olarak da, olgusal olarak da oldukça zayıftırlar. Uyarıcı ortadan kalktığında, değiştiğinde veya kalkmasa dahi bir çok durum içerisinde kolayca ortadan kalkıp yön değiştirirler. Korunum durumunun diğer bir sonucu olarak da, duygulanımlar ortadan kalktıklarında tümden yok olmazlar. Ortaya çıktıklarında tümden ortaya çıkamazlar. Ancak karşıtlık ikililiği olan geliş ve gidişleri tümdendir. Bir şeyi sevmeye başlamak demek aynı zamanda, ondan nefret etmeye başlamak demektir de. Doğa yasaları gibi gerçek bir varoluşa sahip olamadıkları için ancak aktarımsal yollarla varolabilirler. Karşılıklı geçişlerle kendilerini sürdürürler. 

Duygulanımlar gerçek bir varoluştan yoksundurlar. Çünkü; doğa yasaları gibi değişmeden kalabilme, karşıtlık kurmadan işleyebilme mekanizmalarından yoksundur. Tam bir yokluk içerisinde de değillerdir. Çünkü sınırlı bir alanda da olsa, dairesel olarak devinir. Yokluk asli olmak demektir de. Yokluk, tüm bir varoluşun onun sırtına dayandığı bir dağ gibidir.

Duygulanımlar ne vardırlar, ne de yokturlar. Varlık ile yokluk arasında bir yerdedirler. Gerçek bir varoluşa sahip olan doğa yasalarının işlediği yerde, varoluş çizgilerini ve derecelerini kaybederler. Hiçbir zaman tam bir yokluk durumuna da gelemezler. Çarpık görüntülerdir, hayali bir evreni anlatan bir filmden dışarı yansıyan ışık yansımaları gibidirler, doğa yasalarının işlerliğindeki insana özgü bir kusur ile varolurlar.












 

19 Ağustos 2018 Pazar

Batı Avrupa Ülkelerine Bir Çağrı


Evren içerisinde olup bitenleri gözlemleyen insanlar şunu çok iyi bilirler ki, doğa içerisinde hiçbir şekilde zayıflığa yer yoktur. Şunu da bilirler ki; eğer bir canlı doğa içerisinde varoluşunu sürdürüyorsa, onda olan bir doğa yasası veya özellikleri aracılığıyla bunu yerine getiriyordur. Zayıflık olan şey ise, bu özelliklerin ve yasaların bir şekilde işleyememesidir. Veya zayıflık olan şey, bunların kendi özlerine yozlaşmış yani hatalı bir şekilde işlemesidir. Bunun için artık işleyen yasa, onda doğal olarak bulunan özelliği olmayacaktır. Doğa içerisinde uçamayan bir kartal yaşayamaz. Hızlı koşamayan bir çita, ağ öremeyen bir örümcek, yaşadığı bölgedeki iklim değişikliklerine uyum sağlayamayan bir bitki. Bunlar yaşayamaz, çünkü yaşamaması gerekir. Çünkü yaşasa bile, aslında onun varlığı bir tükeniştir. Yaşamak ile varolmak aynı şey değildir ve aslında varlık ile yokluk arasında o kadar ince bir çizgi vardır ki.

İnsan için ise; onun doğayla bütünlüğünü sağlayan, onu doğa içerisinde varolma çizgisine sürükleyen, ona tabiat içerisinde yer açan şey ise anlama yetisidir. İnsan doğasından gelen bu yükümlülük ile anlama yetisine yönelir. İnsan, anlama yetisiyle beraber artık zayıf değildir. İnsanların da, diğer canlılar ile bir çok ortak özelliği vardır. Örneğin, üreme olgusu gibi. Ancak insan, bu türden olgular ile değil; anlama yetisi ile zayıf değildir. Tıpkı bir çitanın da bu tür olgularla değil, çeviklik özellikleriyle zayıf olmadığı gibi. Öncelikli kural; bir canlı doğa içerisinde varsa, bu onun doğa ile bağlantısını sağlayan bir doğa yasasıyla donatıldığı anlamına gelir. Bu tür durumların detaylıca açıklanması ve üzerine düşünülmesi gerekir. Örneğin; bazı hayvanlar için görme özelliğini kaybetmek, onun doğa yasalarıyla olan ilişkisini çok rahat sona erdirebilirken; anlama yetisi için bu durum çok kolayca tolere edilebilir. Ancak burada bahsetmek istediğim daha başka bir şey.

Zayıf insanlar toplum içinde yaşama imkanı bulurlar. Aslında, doğa yasaları içerisinde varolmaması gereken insanlar; kendilerine bir şekilde yaratmış oldukları doğanın hatalı simülatif evreninde, yani toplum içerisinde bir şekilde yaşama imkanı bulurlar. Yaşama imkanı bulurlar ancak varlık derecelerinden saparlar. Bu durum sanılmasın ki doğa için tehdit oluşturur. İnsanlığın en büyük yanılgılarından biri bu. Bu durum insan türü için tehdit oluşturur. Doğa, bir şekilde yasalarını işletmeye devam eder. Her canlıya uyguladığı gibi. İşleyemediği zaman onu ortadan kaldırdığı gibi. İnsanlığın en büyük yanılgılarından diğeri de; doğayı kontrol ettiğini veya edebileceğini, onu dönüştürebileceğini sanmasıdır. Doğa yasaları, kendisini dönüştürür. Kendisini kontrol eder. Yine kendisi aracılığıyla; bazen insanları, bazen de diğer canlıları kullanarak ve dönüştürerek. Doğa derken sadece Dünya'yı kastetmiyorum elbette.

İnsanların anlayamadığı şey, doğa üzerinde kurduğunu sandığı tahakkümlerin, dönüşümlerin aslında; doğanın kendi kendisine uyguladığı, insanın ise burada diğer canlılar gibi bir araç olarak varolduğudur.

Şimdi; toplumlar, devletler, iktidarlar, hukuk, kültür, alt yapı ve üst yapı; bunların hiçbiriyle burada ilgilenmeyeceğim. Sadece, insan kavramıyla ilgileniyorum.

Batı Avrupa ülkeleri için aydınlanma dönemi bir kırılma noktasıdır. Hatta tüm insan nesli için. Tabiki insanlık tarihi, yani anlama yetisinin evrimi tek bir bölge ile değil, tüm insanlığın ortak birikimiyle gelişir. Düşünürler, ortak bir birikimi ele alır ve üzerine bir şeyler koyarlar. Doğa içerisinde şans diye bir şey olduğunu düşünmüyorum. Rastlantısal olan durumları dahi şans olarak değerlendiremem. Şans toplumsal yapının işidir. Nitekim Batı Avrupa ülkelerinin, özellikle de halklarının şanslı olduğunu düşünüyorum. Ama bu şansın da berbat bir şekilde mahvedildiğini de.

İnsanlık tarihini veya anlama yetisinin evrimini sürdüren etki, insanın pratik aklıdır. Bununla ilgili olarak yazılarımda çokca bahsediyorum. İnsanın pratik aklı da, sadece ondan ibaret olmasa da, büyük etkisini ekonomi üzerinden iletir. Aydınlanmanın hayran kalınacak düşünürleriyle beraber, Batı Avrupa hızlı bir dönüşüm sürecine girdi. Batı Avrupa, insanlık tarihinde evrimsel bir ileriki aşama olarak, kapitalist ekonomik dönüşüm sürecini yaşamaya başladı.  Kapitalist ekonomik süreç; Thomas Hobbes'un mekanik, materyalist evren tasavvurunu politik yaşama yöneltmesiyle hayat bulmuştur. Hobbes'un doğa tasavvuru; kendisinden öncekilerden farklı ve onlardan daha çok şeye açıklama getirebilen, daha rasyonalist temellere oturmuş bir kimliğe sahipti. Onun yaklaşımları, gerçekten de anlama yetisinin bir gelişim aşamasını temsil ediyordu. Bu yüzden, modern etik onunla başlatılır. Aynı şekilde, John Locke'un materyalist evren ve doğal hak anlayışlarını da buna ekleyebiliriz. Özellikle bu saydığım çizginin dışında kalan rasyonalist düşünürler de, hep bu zemine temellerini yerleştirdiler. Anlama yetisi zaten bir tür çatışma ile evriliyordu.

John Locke
Batı Avrupa ülkeleri yaşanan bu bilimsel, düşünsel devrim ve kapitalist ekonomi süreçleriyle birlikte tarihte az rastlanacak türden kazanımlar elde ettiler. Ancak buna birden ulaşmadılar. Bunun için büyük bir savaş verdiler kendi içlerinde. Yaşanan bu devrimde hayatlarını ortaya koyan düşünürlerin, bilim adamlarının izleri vardır.

Ancak, Batı Avrupa Ülkeleri kapitalist ekonomik dönüşümü öyle mitleştirdi ve fetişleştirdi ki; Yaşanan bu kazanımları kendi bencil duygulanımlarına mahkum ettiler. Bunu, kendi duygulanımlarının tatmininin bir aracına dönüştürmeye başladılar. Hatta içlerinden bazıları o kadar sarhoş oldu ki; kapitalizmin tarihin sonu olduğu tezlerini ortaya atacak kadar ileriye gittiler. Kapitalist sistemin; insanın evrensel ve evrimsel anlama yetisinin ilerleyişinin yani, pratik aklın yöneleceği şekliyle, pratik akıl ile saf aklın bir noktaya buluşmasının bir aşaması olduğunu unuttular. İçlerinde, onları çok önceden uyaracak Nietzsche gibi düşünürlere sahip olacak kadar şanslıydılar da. Ancak bunu değerlendirmediler. İnsanlığın anlama yetisine doğru bir yolculuğunun aşaması olan kapitalist ekonomik dönüşüm, insan aklının ve yaşamın bir engeli haline geldi. Nietzsche'nin deyimiyle yaşama hastalığına tutulmuş insanlar ve toplumlar bilimsel devrimi; kendi tutkularının, belirlenimlerinin bir aracı haline getirdi. Zenginleşen Avrupa sınıfı kendini gündelik duygulanımlarına, gündelik çıkarlarına öyle kaptırdı ki; insanları pragmatizm bataklığına hapsedip, kendi bireylerini dahi tekrar toplum mezarlığına gömdüler. İlerlemenin yönelimini saptırıp, onu kendi uydurdukları toplumsal faydaya indirgediler. Nietzsche'nin de söylediği gibi; toplumsal fayda, zayıf insanların faydasıydı.

İnsan duygulanımlarının insan aklıyla sürekli çatışma halinde bulunduğunu ve birbirleri üzerinde baskı mekanizmaları kurduğunu yazılarımda açıklamaya çalışıyorum. Batı'nın en büyük kazanımlarının da; bireyselleşmeleri ve toplumsal alanlarının zayıflaması olduğunu yazmıştım. Bu, zaten insanın saf akla yöneliminin zorunlu bir sonucudur. Ancak Batı; bunu değerlendiremediği gibi, kapitalist ekonomik dönüşümlerin, düşünsel devrimlerin doğasını da anlayamadı.

Batı, bilimsel devrim ile beraber; üretim araçlarını daha kolay ve ucuz bir şekilde dönüştürerek, daha verimli çıktılar elde etme imkanı kazandı. Bu kitlesel büyük bir üretimdi. Ancak; bu hacimde üretimin bir sonucu vardır ki, sistemin sürdürülebilmesi için daha ucuz emek ve daha zayıf pazarlar gerekir. Batı'nın bu pazarlara ulaşabilmek için kendi aralarında verdiği savaşlar meşhurdur. İnsanın saf aklına yöneldiği ve bunu hızlandıracak yatırımların yapıldığı coğrafyalar tabi ki büyük bir zenginlik ve refah kazanacaktır. Ancak bu, sadece bir sonuçtur. Gelişen coğrafyalar elbette zayıf olanların kaynaklarına el koyacaktır. Bunu yaparken zayıf olanları da dönüştürecektir. Ancak Batı, dönüşümleri sadece pratik akıl üzerinden yaptı. Ancak, doğa yasaları içerisinde işleyen bir kural vardır ki; pratik akıl üzerinden yapılan dönüşümler toplumsal alana yönelirse, aynı şekilde insan duygulanımlarına yönelir.

Batı, kapitalist ekonomik sistemin kendi içerisinde belirli aşamaları olduğunu da sonradan farketti. Kendilerinin ürünlerini pazarlayabileceği, zayıf pazarlar aradılar. Zayıf insanların ucuz emeğini kullandılar ve böylece onların daha da zayıfladığını sandılar. Ancak, zayıf olan zayıflayamaz. Doğa döngüsel olarak değil, çizgisel olarak ileriye evrilir. Ve bu yön gelişimi temsil eder.

Doğa içerisinde zayıf olanların varolamaması gerekir. Gerekir çünkü varolamaz. Doğa yasaları içerisinde iyi ve kötü kavramlarına da yer yoktur. Batı ülkeleri, ele geçirdiği pazarların ham maddelerine ve emeğine el koydu. Ancak onların zayıf yaşamlarına; kendi gündelik faydaları uğruna, kendi duygulanımlarını tatmin etmek pahasına göz yumdular ve hala yumuyorlar. Ekonomik bir sistem saf akla yönelmelidir. Eğer toplumsal yapıya yönelirse, belirlenimsel bir anlam kazanır. Kapitalist sistem için de olan aynı budur. Başlangıçta Thomas Hobbes'un materyalist mekanik evren tasavvurundan hayat bulan, güçlü realist bir felsefi temelin yoğurduğu sistem; anlama yetisi ve felsefe için hiçbir değer bulmayan ve sadece duygulanıma yönelen pragmatizm hastalığına tutuldu. Hem de, hastalığın bizzat kaynağı olan toplumsal bir pragmatizme. Batı, çoğunluğun ve toplumun yararını icat ederek; kendi kafasına kurşun sıkmış oldu.

Oysa görülüyor ki, anlama yetisine doğru devinim ilerledikçe; emeğin, çoğunluğun, zayıf pazarların, zayıf insanların tüketiminin hiçbir değerinin olmadığı ortaya çıkıyor. Evren aslında, bir tür makinedir. İnsanlar da doğalarına yönelerek olması gerektiği gibi makineleşiyorlar. Yapay zeka, bilgisayar teknolojileri hızla gelişiyor. Batının bir zamanlar kendi gündelik duygusal çıkarlarına hizmet eden zayıf çoğunluk, gün geçtikçe daha da gereksizleşiyor. Ancak zaten başta da gereksizdi ve bilimsel devrimin doğası bir türlü anlaşılamayınca, bu da bir türlü anlaşılamadı. Doğal olarak üretim de; saf akla yönelmeyen, bu çoğunluğun aptal duygulanım ihtiyaçlarına yönelen ve buna göre şekillenen bir hal aldı. Bilim kendisi için değil, zayıf insanların ihtiyaçları için varolmaya başladı. Batı'da gerçekleşen bilimsel devrim gün geldi, zayıf kalmış doğu insanlarının bu zayıflıklarının hizmetkarı oldu. Doğa kendisini temizleyecek mekanizmalara ise zaten sahiptir. Bunu burada nereden görüyoruz, anlama yetisinin yapısından.

Bilimsel devrimin kurucularından olan büyük düşünür Descartes daha kitabının başında; "anlama yetisi bütün insanlara eşit olarak dağıtılmıştır. Görülen farklılıkların sebebi ise, sadece bir yöntem sorunudur" dediğinde, aslında çok daha fazla şey söylüyordu. 

Doğa hiçbir şekilde zayıflığa yer vermez. Önceleri Batı'nın aptal bencil duygusal çıkarlarına hizmet eden, sonra da kendi aptal duygulanımlarına yönelen Doğu toplumları sanılmasın ki olduğu yerde kalacaktır. Kalmıyorlar da. 20 yy. Japonya'nın yükselişine sahne oldu. 21. yy ise Çin'in durdurulamayan devasa yükselişine tanık oluyor. Güney Kore'nin durumu ortada. Aynı şey Hindistan için de gerçekleşecek. Batı, bu şekilde davrandığı sürece diğerleri için de. Doğa, kendisini çatışmalar ile temizlemesini biliyor. Batı'nın zayıf olanlara uyguladığı bu politikalar, aslında kendilerinin bir zayıflığıdır. Çünkü, doğa yasaları içerisinde zayıf olanlara gösterilen hoşgörünün kendisi bir tür zayıflıktır.

Zayıf olan, zayıflığını ortaya koyduğunda; ona hükmedenin yapacağı tek şey onu dönüştürmektir. Bu ise genellikle, zayıf olanın yaşamının sona erdirilmesi anlamına gelir. Bu, türlerin birbirleriyle veya kendi arasındaki ilişkilerinde de geçerlidir. Bilinir ki; bir tür içinde varolan ufak bir zayıflık, o türün bütününü etkiler. İnsan türü ise, toplum denen hastalık içerisinde olduğu için yıkımlardan kurtulamıyor. Nitekim Batı, diğer toplumlara uyguladıkları hataları kendilerine de uyguladı. Toplumsal yapılarının zayıflamasının ve bireyselleşmelerinin değerini çok geç anladı. Geçmiş büyük düşünürlerine ihanet ederek, kendi içerisindeki zayıf insanların da; bilimi, kendi tutkularına köle etmesine göz yumdu.

Bilimsel devrim içerisinde ortaya çıkan bu zayıflık, Dünya üzerinde büyük bir nüfus problemini de beraberinde getirdi. Varoluş çizgisinden sapmış insanlar yaşamaya ve çoğalmaya başladılar. Ancak sanılmasın ki yine bu doğa için problem. Bu, insan türü için problemdir. Artık bunun anlaşılması gerekiyor. Doğa kendisini, insanın algıladığı zaman kavramından bağımsız olarak dengeye sokmasını biliyor. Anlama yetisinin geliştiği her yerde; nüfus sayısı da azalır, yaşam kalitesi yükselir. Bu, hep böyle oluyor ve böyle olacak. Batı Avrupa insanları, kendilerini doğanın efendisi olarak görmeye başlamakla öyle bir hata yaptılar ki. Doğu toplumlarının ilkelliğini, aptallığını kendilerine bir kazanç olarak varsaydılar. Varoluş çizgisinden sapmış insanların yaşayışlarını görmekten, incelemekten, onu anlamaya çalışmaktan öylesine hoşnut oldular ki. Oysa, toplumsal her türlü kategorilerin basit formasyonlara ayrılabileceğini unuttular ( tıpkı, benim burda insan toplumunu sığ bir şekilde, doğu ve batı olarak ayırdığım gibi ). Toplumsal ilkelliğin anlaşılması için, yoğun uğraşlara gerek yoktur. Uğraş verilmesi gereken; saf aklın evrensel, evrimsel ilerlemesinin izlenmesidir.

Hatta, yaşanan nüfus artışlarını bile; yeni ucuz emek ve pazar alanları olarak gördüler ve hala buna devam ediyorlar. Oysa her defasında kendilerini daha çok bağımlı bir hale getiriyorlar. Uygulanan hatalı yaklaşımlar anlaşılmaz bir nefret üretimi de yaratmakta. Nefretin de, bir tür belirlenim olduğu unutulmamalı. Batılılar hatalarını sanırım yavaş yavaş anlıyorlar, veya anlamaları gerekiyor.

Zayıf insanların dönüşümü aslında en iyi şekilde şunu ifade eder. Gelişmiş insanların; zayıf insanların kaynaklarına el koyup, onları saf bilime yatırmaları. Bunu az da olsa Batı uyguladı. Ama bu, o kadar sınırlı kaldı ki. Bu gün dahi internet teknolojileri ve uygulamaları çoğunluğa, onların aptal duygulanımlarına o kadar esir bir halde ki; internet üzerinde varolan bir video dahi değerini; onu ne kadar aptalın, ilkelliğin, zayıflıkların, duygulanımların izlediğiyle belirliyor. Üretilen neredeyse her şey, duygulanımdaki ekonomik çıkarlara yöneliyor. Şu anlaşılmalı ki; bir insanın zayıf olması demek doğuştan problemler dışında; onda zeka düşüklüğü olduğu, anlama yetisinin onda varolmadığı veya eksik olduğu demek değildir. Yalın bir şekilde söyleyecek olursak insan zayıflığı; onun yoğun duygulanımlarının, saf aklını baskı altında tuttuğu anlamına gelir. Bunun en temel nedeni; toplumsal etkilenimlerdir. Doğa ise her zaman; kendi bir tür yasası olan anlama yetisine, baskın çıkacak özellikleri vermiştir. 

Son olarak; Batı'nın artık şunu çok iyi anlaması gerekiyor. Zayıf olarak yaşamasına izin verilen insanlar zayıf kalamazlar, eninde sonunda saf akla yönelirler, eninde sonunda kendi zayıflıklarını zayıflatırlar; belki insan türü hasar görür, bunca acı yaşanır, bunca yıkım gerçekleşir, süreç uzar, ama eninde sonunda gidilecek yol bellidir. Doğadaki varoluşun gerekliliği budur. Çünkü, zayıf olarak doğada varolunamaz. Eğer Batı ülkeleri, kendisine verilen bu tarihi fırsatı tam olarak kullanabilseydi; bu gün insanlığın yaşadığı nüfus, iklim, toplumsal çatışma problemleri de olmayacaktı. En azından daha az olacaktı.

Batı, şirketlerinin çıkarlarını saf bilimin çıkarlarına tercih etti. Ekonomik kazanımlarını yeterince saf akla yöneltemedi. Daha çok, toplumsal duygusal belirlenimlerine yöneltti. Ancak şunu da iyi bilmeleri gerekiyor; Doğa, verdiği fırsatların boşa harcanmasına izin vermez, vermiyor da.


Not: Burada, Batı ülkelerindeki insanlar üzerine çağrı yapıp, Türkçe dilini kullanmam tuhaf görülebilir. Ancak, bunu tuhaf görenlerin toplumsal dillere bakışımı bilmesi gerekir.






21 Haziran 2018 Perşembe

Doğa Yasalarına Giriş ve Toplumsal Alanın Reddi Üzerine XI


Belirlenim Yasaları Öncesinde Birtakım Açıklamalar IV

Renkler istisnadır. Asli olan siyah ile beyazdır. Tıpkı asli olanın yokluk, varolmanın ise bir istisna olduğu gibi.

Daha önce ifade ettiğim gibi; insan aklının insana ne aşkın olanı buldurma, ne de onu iyiye ve doğru olana yöneltme gibi işlevleri vardır. Peki, en azından burada diğer önermelerin kabul edilebilir tarafları olacaktır. Bunlar konusunda daha önce de birtakım şeyler yazmıştım, ama daha detaylandırmamıştım. Ancak şu sorulabilir ki; insan aklının insanı doğruya yöneltemeyeceği önermesinin kendisi çelişik bir önerme değil mi? Eğer doğruluk değeri denen şey insan uydurması ise, burada yazılanlar da bir uydurma değil midir? Bu tıpkı, daha önceki çelişkilerime benzemekte. Yani; gerçeklik üzerinden hareket etmeye çalışan birisinin, bunu toplumsal bir dille kurma çabasının kendisinin bir çelişki olduğu durumu. Bunu belki yazılarımı sonlandırırken aşmaya çalışacağım. Orada kuracağım dil, hiçbir toplumsal dile benzemez ise bu aşılabilinir. Burada ise kavramlarla alay etmekten başka yapacağım bir şey yok. Kullandığım bazı kavramların, ifade etmeye çalıştığım anlamları karşılamamasının, şimdilik benim için bir öneminin olmadığını zaten söylemiştim. Bunun yöntemimle ilgili olduğunu da. Örneğin; son yazımda kullandığım 'anomali' kavramı, sosyolojide geçen ve oradaki anlamı karşılamayan bir kavramdır. Onu kullanmamın sebebi ise; o anda aklıma onun gelmesi veya canımın öyle istemesinden başka bir şey değil.

Ancak, kavramsal anlam hatalarının benim için önemi yok olsa da, yaptığım mantıksal hataların düzeltilmesi gerekir. Bunun için, son yazımda bahsettiğim bir konuyu ele almam gerekiyor. Bu hata; hayvan toplumsallaşmasını, insan toplumsallaşmasıyla aynı kategoride ele almamla gözükmekte. Oysa, insan toplumsallaşması denen şey; mit ve imgelem üretimidir. Orada anlatmaya çalıştığım şey, sadece insan türünün duygulanım belirlenimi göstermesinin ifade edilmesiydi. Ancak hatalı bir yoldan. Hayvanların sadece bir doğa yasası olarak akla sahip olmadığını söyleyebilirim. Oysa doğa yasası özellikleri olarak akla sahip olabilirler. Bununla ilgili kesin bir şey söyleyemem. Gözlemlediğim kadarıyla hayvanlar, sadece insanlar gibi saf akıl yönelimi oluşturamazlar. Ancak; düşünme, hafıza, yargı üretme gibi yetenekler gösterebilirler. Bununla ilgili net bir şey söyleyemeyeceğimi, onlar için belirlenimsel olanlar hakkında konuşamayacağımı; çünkü hiçbir zaman onlar gibi olamayacağımı, ancak insanlar üzerine konuşabileceğimi söyleyebilirim.

İnsanlar dahil hiçbir şey; asla doğa yasası üzerine konuşamaz. Sadece doğa yasası özellikleri yoluyla dolaylı yollardan konuşulur. Örneğin ben; saf akıl ile ilgili hiçbir şey söyleyemem, sürekli pratik akıl üzerinden konuşurum ve ona, onun bir yolundan yönelmeye çalışırım. Burada dil ile yaptığım gibi. Ancak saf akla ulaştığımda zaten, onunla ilgili bir şey söylememe gerek yoktur. Yine yasa özellikleri ile ilgili konuşurum. Bu yüzden, saf aklın bir tür tanımı yoktur. Tanrı'ya kendini anlat dediğiniz de, size ne söyleyebilir ki.

Bunun için, hayvanlar ile ilgili olarak burada söyleyebileceğim iki şey var. Birincisi; onun insan türü gibi, bir akıl olarak doğa yasasına sahip olmadığıdır. Onun toplumsallaşma özelliklerinin insanlarla kıyas edilmesinin hataya sebep olabileceğidir. Hatta insanın ilk hayvansı dönemleriyle dahi. Çünkü insan türünün ilk belirdiği yerde, saf akıl da bir şekilde belirecektir. Saf akla yöneliminin kendisinin evrimsel bir gelişim süreci olduğunu, bu gelişimin sadece biyolojik bir süreç olmadığını ifade etmeme gerek yok heralde. İkincisi, hayvanların insanlar gibi bir devinim dengesizliğinde olmadığını ifade edebileceğimdir. Bu yüzden hayvanlar, kendilerini tam olarak gerçekleştirmiş canlılardır. Yaşamları bir makinanın işleyişine benzer.

Orada ifade ettiğim, hayvanların kültürel özellikler yönünden insanlardan daha yüksek bir seviyede olduğu önermesinin tartışılması gerekiyor. Hemen ifade etmeliyim ki, kültür bir belirlenim türüdür. Toplumsallaşmanın kendisi gibi. Toplumsallaşma insan türü için  duygusal belirlenim sınıfındadır. Bunun özel bir belirlenim türü olduğunu ve ayrıca incelenmesi gerektiğini söylediğimi hatırlıyorum. İnsan ve hayvan toplumsallaşmalarının farklı şeyler olduğunu söylemem de bu nedenledir. Burada olan sorun da, her zaman olduğu gibi, toplumsal bir dilin zayıflığından kaynaklanmaktadır. Çünkü; benim kullandığım dil, insan merkezli bir dildir. Ben bu dil üzerinden, onların belirlenimi hakkında konuşamam. Ben hayvanlardaki bir olguyu, insanın uydurduğu bir kavramla anlatmaya çalıştım. Hiçbir köpeği veya başka bir hayvanı tek tek ele almadım, senin bu olgun için ne demeliyim diye onlara sormadım. İnsanlar ağızlarında gördüğü şeye dil, ona benzeyen her şeye de dil demişlerdir.

Diğer bir sorun ise; toplumsallaşma bir belirlenim olduğuna göre, tamamen doğa yasasına uygun bir varlığın nasıl belirlenimsel bir etkide olduğudur. Yani sorun şu; neden saf akla sahip olan bir varlık toplumsallaşır. Neden kanatları olan ve uçan bir varlık topluluk halinde yaşar sorusu da problemdir benim için. Ancak bu, benim yanıtlamam gereken bir soru değil. Çünkü onun, doğru bir soru olduğuna emin olamam. Bir saf akıl ne ise, kuşun kanatlarının da o olduğunu söylemiştim. Veya bir gözün. Bunların hepsine doğa yasası demiştim. Bunlar arasında kıyas ilişkileri kurmak, bana saçma gelir. Ama örneğin, insan aklını keyfi olarak özel bir tür yapmıştım. Bunun için kendimce gerekçelerim vardı. Çünkü sadece o, matematiksel önermeleri a-priori olarak kavrayabiliyordu. Bu söylediğim, matematiğin uygulanması değil. Başka canlılar da matematiği uygularlar, hatta belki insanlardan daha mükemmel bir şekilde. Ancak, onu bildiklerini bilemezler. Saf akıl, yeryüzü içerisinde bildiğini bilebilen tek doğa yasasıdır. 

Bunların ışığında, hayvanların insanlardan daha gelişmiş türler olduğunu çok rahat ortaya atıyorum. Çünkü, onlardaki yasalar tamdır. İnsan ise devinir. İnsanlar saf akla ulaştıkları zaman, onlarla eşitleneceklerdir. (Umarım okuyanlar bu anlatılanları kullanma, yararlanma, yok etme ilişkilerine indirgemezler. Buradaki gelişmişliği, oradaki anlamlara indirgeme sığlığı göstermezler. Ele alınan yasalar birbirlerinden ayrı dünyalardadır. Her yasa, kendi içinde bir dünyadır.)

Benim için aynı saf akla sahip olan varlıkların; bu kadar farklı özellikler göstermesi, farklılaşması da olağanüstü bir durumdu. Neyse ki hayvanlarda böyle bir durum algılamadım veya başka canlılarda. Oradaki farklılaşmalar, sadece çevresel faktörlere göre değişiyordu. Yani yasalar içerisinde işliyordu. Bunlar da, bir tür belirlenim oluşturabilir. Ancak bunlar, yasa özellikleri içerisinde kalıyordu. Ama insanlar ise, duygusal belirlenim dediğim bir şey oluşturuyordu. Ne yazık ki insanlardaki bu olguyu açıklamam gerekiyordu, çünkü ben de bir insandım.

Hayvanlar için doğa yasası dışında kalanlar, yani onlar için belirlenimsel olanlar hakkında konuşmayı artık burada bırakmam gerekiyor. Artık konuşmalarım onlar için, yasa ve özellik benzeri örneklemelerle sınırlı kalacak. Değinmem gereken bir başka konu da; son yazımda yazdığım ve mantıksal bir çelişki oluşturuyor gibi görünen, ancak oluşturmadığını düşündüğüm bir nokta daha var.

Orada ifade ettiğim; insanın saf akla yöneliminin, savaş ve yıkımları durduracağı yönündeki söylemimin tekrar ele alınması gerekiyor. Çünkü, saf akla yönelimin kendisi bir savaştır. Çok önceden ve ilk olarak bahsettiğim; akıl ve duygu arasındaki savaş. Saf aklın daha çok belirmeye başladığı her yerde uzun vadede, toplumsal yıkımlar yavaşlayacaktır. Bunu kesin olarak söyleyebilirim. Ancak, zayıf olanlar daha çok yıkıma uğrarlar. Toplumsal yıkımlar yön değiştirir. Savaşlar, yıkımlar, soykırımlar, nükleer felaketler azalmaz. Aksine, daha da çok artar. Bunun; iyi-kötü, doğru-yanlış olarak değerlendirilmemesi gerekir. Saf akla yönelik artan her türlü istek ki bu kendiliğinden gelişir; savaşı, insani gelişimi zayıf olanlara yönlendirir. Yıllardır kandırılan insanı; duygusal yönü kuvvetli canlının, insani yönü daha gelişkin olduğu yalanını ortaya çıkartır. (Bu kandırma terimini sadece canım öyle istediği için kullandım). Günümüzde artık, savaşın zayıflar için yıkım olmasının örnekleri zaten yaşanıyor. Ancak; bu yıkımın, yeniden kurucu bir yıkım olduğunu söyleyebilirim.

Toplumsal alan içerisinde, hiçbir zaman ve hiçbir şekilde varolmaması gereken canlılar varolur. Ancak, doğa yasaları bunu geri almak zorundadır ve bu zayıflığı, işlem mekanizmaları ile yok eder. Bu mekanizma da, insan için bir doğa yasası olan saf akıl ile işler. Ona yönelim olmasaydı ve o, birden kendisi halinde işlem yapabilseydi, zaten o canlılar varolmayacaktı. Bu ifadelerimi; hayatını toplumsal olarak yani bir tür duygusal belirlenimler ile geçirmiş, toplumsal bir inşa ile varolmuş, hayatı toplumsal iyi ve kötü kategorilerine göre yorumlayan insanların anlamayacağını söylememe gerek yok zaten. (İyi ve kötü kategorilerinin toplumsal bir alan dışında varolması beklenemez, yani mutlak iyi ve kötüden de söz edemeyiz. Toplumsal alan içerisinde iyi olan, aynı zamanda doğrudur da).

Peki, neden saf akla sahip bir varlık duygusal bir belirlenim göstererek, kendi varlığından uzaklaşmıştır? Neden insanlar kendi varlığından uzakta doğarlar. Bu uzaklığın bilimsel gelişim süreciyle ilgisi yok. Yani, henüz bilimsel yönden geri düzeyde olmakla. Doğayı yorumlayamamayla ilgisi yok. Ondan korkmakla da. Sorun o korkunun, neden ortaya çıktığıyla ilgilidir. Bu uzaklık, inanç dediğim şeydir. Neden insanlar inanır, bunun için de korkar ve duygusal belirlenim denen olguya sürüklenir?

Varolmak bir kusurdur. Bu kusurun bedeli de, yok olmakla ödenir. Asli olan tek şey yokluktur. Varolmak ise istisnai bir durumdur. Bir şekilde insanlar varolduğunu hissetmek ister. Yokluktan kaçmak için, hazza ve acıya yönelirler. Çünkü; insanlar diğer canlılardan daha çok vardır, daha çok istisnadır. Ve bu zayıflık da onu, daha çok istisna olmaya yönlendirir. Bu zayıflık nerden geliyor, varoluştan mı? Bunu anlayabilir miyim? Neden insanlar duyarak anlayamazlar da, dinlemeye çalışırlar. Neden bakarak anlayamazlar da, görmeye çalışırlar. Dinlemek, görmek bunlar istisnadır işte. İnsan varolma kusurunu en çok yaşayandır ama neden? Her duygulanımı onu daha çok varolmaya sürükler. Bunların hepsinin bir anlamı var mı? Araştıracam.

Kuracağım dile gelince; bunun kesinlikle bir mantık dili olması gerekecektir. Bu ise Aristotales'in yaptığı gibi, iki değerli toplumsal bir mantık dili değil; sonsuz değerli simgesel bir mantık dili olmalı. Her doğruya karşılık, bir yanlışın gelmek zorunda olmadığı bir mantık dili. İnsan duygulanımlarını bile açıklamaya olanak veren bir dil. Böylece saf aklın doğadan ve onun yasalarından kopuk bir şey olduğu değil, onun kendisi olduğu gösterilebilinecektir. Her türlü belirlenimsel olandan arındırılabilinecektir. İnsanların gerçek ana dili ortaya çıkarılabilinecektir. İnsan aklının aşkın ve iyiye olduğu gibi, doğruya yönelik de bir etki göstermeyeceğini, çünkü doğruluk değerinin insan uydurması olduğu; '2*2=4' önermesinin doğru değil, sadece gerçek bir önerme olduğu gösterilecektir. Aklın arındırılmış en saf mantık biçiminin, epistemolojiye değil; ontolojiye dayanması gerektiği böylece anlaşılabilinecektir. Öncesinde insan zihni, her türlü anlamdan temizlenmelidir. Toplumsallığından, inançlarından, dinlerinden, kültürlerinden arındırılmalıdır. Ancak, teorimde hala açıklayamadığım ve bazı mantıksal çelişkiler sezinliyorum. Önce, onları halletmem gerekecek.








1 Haziran 2018 Cuma

Spinoza'da İnsanın Anlama Yetisinin Arındırılması

Baruch Spinoza
Şimdi felsefe tarihinde büyük bir yere sahip olduğunu düşündüğüm bir düşünürün insanın anlama ve algı yetilerini nasıl temizlediğini, onu hastalıklarından nasıl arındırmak için uğraştığını anlatmaya çalışacağım. Bu büyük düşünür hayatı boyunca düşüncelerini, kendisine yapılan bir çok saldırılara ve tacizlere mağruz kalarak geliştirmiştir. Spinoza yaşamını özellikle engizisyon mahkemeleri tarafından yapılan yargılamalar, sürgünler ve tehditlerle geçirmiş; genç bir yaşta da bu Dünya'dan ayrılmıştır. Ancak 17 yy'da Avrupa'nın bu döneminde gerçekleşen bu baskılar doğal bir durumdu. Çünkü o dönemde yaşanan bilim ile inancın savaşıydı. Bu savaşı Batı'da şimdi andığım düşünür gibi filozofların ve bilim adamlarının bütün fedakarlıkları sayesinde bilim kazandı. Doğu'da ise inanç. Aslında Doğu toplumlarında böyle bir savaş o dönemde bile yoktu denilebilir. Hatta o dönemlerde Doğu'da, gerçek bir düşünüre bile rastlayamazsınız. Bu savaş orada yeni yeni başlıyor. Batı'da ise bilim artık kendi kendisine karşı savaş veriyor. Doğulular daha o seviyeden zaten çok uzakta. Ancak bu geç kalmışlığın bedeli çok ağır ödeniyor. Bilim veya felsefeyi inanca yer açmak için, ona göz yummak için sınırlamaya çalışanlar bunun bedelini ağır öderler ve ödüyorlar da. İster toplumsal ister bireysel duygulanımdan kaynaklansın, inancın insanı yaşatan değil yok eden şey olduğunu anlayana kadar ödeyecekler de. İnanç nedir diye sorulacak olursa; Sevmek bir inanç türüdür, tıpkı nefret etmek gibi veya tıpkı bir ideoloji gibi. Spinoza'nın yaşamı felsefenin neden saraylarda, tapınaklarda gelişemeyeceğinin de göstergesidir. Felsefenin ve bilimin toplumsal yapı içinde değil, ancak topluma karşı gelişebileceğinin de. Buna karşın Spinoza gerçekten çok inançlı bir düşünürdür benim gözümde. Onun büyüklüğü de zaten bu inancın toplumsal, bireysel bir yapıya değil; gerçeğe duyulan bir inanç olmasından gelir.

Spinoza'ya göre, insanın anlama yetisinin düşünce ve koşullarının belirlenebilmesi ancak onu kendi doğasında incelemekle mümkün olabilir. Çünkü; herşeyin doğanın ilksiz ve sonsuz düzenine, değişmez yasalarına göre varolduğu bilindiği zaman; kendi doğasında incelenen bir şeyin eksik ya da eksiksiz olduğu söylenemez. Spinoza bu yüzden der ki; iyi veya kötü olarak anlamlandırılan şeyler, insanın yaşamındaki deneyim koşullarınca belirlenir. Bu da tek bir anlamla gerçekleşir. Bu da bir şeyin, anlığın ve doğanın birliği ilkesine ulaşma aracı olarak sadece iyi olabilmesidir. Bunun için Spinoza'ya göre, doğanın değişmez yasaları içerisinde mutlak iyi veya kötüden bahsedilemez. Bu yüzden iyiyi belirlemek için temel araç; insanı, anlama yetisini ve doğanın yasalarını kavrayan tek bir ilkeye yöneltmesiyle ölçülür. Ancak Spinoza'ya göre; anlama yetisinin arındırılabilmesi için öncelikle insanın algı yetisinin türlerinin belirlenmesi, bunların hangisinin anlama yetisine ulaştırma aracı olarak iyi olduğunun tespit edilmesi gerekir. Böylece Spinoza, algı yetilerini dört kategori halinde sunar. Bu kategoriler Spinoza'nın anlama yetisinden, inancın bütün hastalıklarını nasıl arındırdığının mükemmel bir gösterimidir;

  • Söylentiden doğan veya herkesin dilediği gibi oluşturabileceği algı türü; Bunun örneği; insanın doğum gününü ve akrabalarını bilmesi türünden bir algı şeklidir. İnsan bu algı türünde hiçbir tanıtlamaya başvurmaz. Kendisine, kendinden öncekilerin keyfi olarak sunduklarını alır. Bu algı en az yetkin algı türüdür. Bu algı türüne saf inanç derim genelde.
  • Rastgele deneyimden doğan algı; Bu türde algı; anlama yetisinin kendisine deneyim tarafından sunulan algının, hiçbir aykırı deneyimle karşılaşmaması bir bakıma bizde bir rahatsızlık oluşturmaması dolayısıyla, bizde aynı şekilde kalması ile oluşan algı türüdür. Örneğin; insanın, diğer insanların öldüğünü görüp, kendisinin de öleceğini düşünmesi gibi. Bu algı türü de yetkin olmayan bir algı türüdür, ancak hiyerarşik olarak birinci algı türünden daha gelişmiştir. Çünkü artık, insanın kendi duyu deneyimleri devrededir. Spinoza'ya göre insanlar ömrünün çoğunu bu iki algı türüne göre yaşar
  • Bir şeyin özü bir başka şeyden, ancak yetersiz olarak çıkarsanarak oluşturulan algı; Bir cisme bakarak ondan diğer cisimlerin doğasını cıkarsayabiliriz, ancak birliğin doğasının kendisini çıkarsayamayız. Örneğin; matematikçilerin, verili önermelerin tanıtlamalarıyla başka önermeleri çıkarabilmeleri ancak bunu anlama yetisi yoluyla değil de; bir özelliği yoluyla bilebilmesidir. Örneğin; bir geometricinin Euklides'in önermelerinden yola çıkarak, başka önermeler tanıtlaması ancak; Euklides'in önermesinin kendisini çıkarsayamaması gibi. Bu algı türü diğer ikisine oranla daha gelişmiş olsa da, şeylerin özü yine de çıkarsanamaz.
  •  Bir şeyin özü ya da en yakın nedeni yoluyla bilindiği zaman doğan algı; Bir şeyi biliyor olma olgusundan, o şeyin ne olduğunu bildiğim zaman  oluşan algı türüdür. Örneğin; matematikçilerin Euklides'in önermelerini onun önermeleri yoluyla değil de; anlama yetisinin sezgileri yoluyla bilindiği zaman doğan algı türüdür.
Birinci türden algı türü belirsizdir ve hiçbir şeyin özünü vermez. İkinci türden algı türü sonuçları itibariyle belirsizdir ve sınırsızdır. Sadece ilinekleri verebilir, özü vermez. Üçüncü türden algı türü bir şeyin düşüncesini verse de; bir şeyin özünü yine vermez, ancak onun özellikleri yoluyla çıkarsamalar yapılmasını sağlar. Spinoza'ya göre şeylerin özleri sadece dördüncü türden algı ile çıkarsanabilinir. Spinoza böylece anlama yetisinden diğer algı türlerini temizledikten sonra, onun en iyi araştırma yönteminin yine kendisinde yattığını ileri sürer. Bunun için izlenecek her adım anlama yetisinin doğasının ve doğanın bütünlüğünün kavranmasını içerir. O zaman biraz da Spinoza'da anlama yetisinin doğasına gidelim ve arındırma işlemini tamamlayalım.
 
Spinoza'ya göre doğru bir düşünce, düşünülenden ayrı bir şeydir. Bir daire düşüncesi, çevresi çapı olan daireden farklı bir şeydir. Düşünce, cisminden ayrı bir şeydir ve bunun için ondan bağımsız olarak anlaşılabilinir. Düşünce, düşünülen şeyin öznel özüdür ve başka bir düşüncenin nesnesi olabilir. Bilgiyi bildiğimizi ve hatta bildiğimizi bildiğimizi düşünebiliriz. Bunun için Spinoza'ya göre; bildiğimizi düşünebilmek için ilkin bilmemiz gerekir. Bilebilmek için de doğru düşünceyi taşımaktan başka bir şeye ihtiyacımız yoktur. Peki doğru düşünceye nasıl ulaşılabilinecektir? Spinoza'ya göre iki düşüncenin özleri arasındaki oran, bu düşüncelerin karşılık geldiği nesnelerin özleri arasındaki orana eşdeğerdir. Bundan şu sonuç çıkar; doğru bir düşünce en yetkin olana yöneltilen düşüncedir. İkincisi; insanın anlama yetisi doğayı ne kadar iyi anlayıp bilirse, kendisini de o kadar iyi anlayıp bilecektir.

Spinoza'ya göre; bir şeyin doğası varoluşuna karşı bir çelişki imlerse o olanaksızdır. Bu yüzden, insanın anlama yetisi olanaksız bir şey uyduramaz. Aynı şekilde doğanın yasaları dışında bir şey de. Örneğin; bir arkadaşının okula gitmese de gittiğini uydurabilir. Ancak bir filin bir iğneden geçebileceğini uyduramaz. İnsanlar üç başlı ejderhalar uydurabilir. Ancak bunların özellikleri dahi doğada varolan yasaların dışına çıkamaz. Örneğin; ejderhaların veya mitolojik varlıkların uydurulan her özelliği, doğadan alınan ve orada varolan özelliklerdir. İnsan bunların dışında bir şey uyduramaz. Yani zihninde oluşturamaz. Yine, 2+2=5'i hiçbir zaman zihninde oluşturamaması gibi. Aynı şekilde insanların şeylerin doğasına yönelik kavrayışları ne kadar zayıf ise, uydurma derecesi de o kadar yüksek olacaktır. Bu nedenle hayal gücü arttıkça, bilgisizlik de o oranda artacaktır. Bu nedenle Spinoza'ya göre; bir insan ne kadar bilgisizse, o kadar çok şeye inanır ve hayal eder. Yine varlık ne kadar genel kavranırsa o kadar çok karmaşıklaşır, ne kadar tikel kavranırsa o kadar açık ve seçik hale gelir. Burada şöyle bir noktaya dikkat çeker Spinoza; bir şey açık ve seçik kavranırsa anlama yetisinin onda hataya düşmesine korkmaya gerek yoktur. Çünkü, hiçbir uydurma açık ve seçik olamaz. Karmaşık olmak zorundadır.

Spinoza'ya göre yanlış düşünceler de, uydurmalarla olduğu gibi aynı yöntemle düzeltilebilinir. Bir mimar doğru bir tasarım yaparsa, bunun nesnel bir karşılığı olsun veya olmasın bu tasarım düşünce anlamında doğrudur. Ancak bir kişi Spinoza'nın örneğinde; Peter'ın varolduğunu bilmezken, 'Peter vardır' derse bu yargı Peter varolsun veya olmasın yanlıştır. Bunun için Spinoza'ya göre; bir düşüncenin doğruluğu, karşılık geldiği nesnelerden bağımsız olarak kendisindedir. Doğruluk, düşüncenin kendisinde aranır. Yalın düşünceler ise zorunlu olarak doğrudur. Çünkü yanlışlık, bir şey üzerinde kapsanmayan şeyin o şeye uygulanmasıdır. Bu yüzden yalın düşünceler eğer yanlış çıkıyorsa, bu bizim anlama yetimizdeki bir sorundan kaynaklanacaktır. Örneğin Tanrı düşüncesi Spinoza'ya göre; zorunlu olarak doğrudur. Buradan Spinoza'da Tanrı düşüncesine geçmek güzel olurdu ama bir o kadar da saçma olurdu. Ancak, Tanrı'ya bu kadar yönelmiş, onu yücelten bir düşünürün tanrıtanımazlıkla suçlanıp, şeytan olarak görülüp din fanatikleri tarafından bir çok saldırıya maruz kalması gerçekten ilginç görülebilir. Bunu bir arkadaşıma bahsettiğim zaman bana verdiği cevap şuydu; 'Çünkü o, gerçek Tanrı'yı arıyordu'. Ben de bu cevabı kabul etmiştim.
 
Sonuç olarak anlama yetisinin arındırılması; algılarımızı söylenti ve rastlantısal deneyimlerimizden ayırmayı, soyutlamalardan kaçınmayı ve doğanın kökenine bir araştırma yapmayı gerektirir. Doğanın kökenine yönelik araştırma soyut ve evrensel olarak kavranamaz, anlama yetisini aşıp genişleyemez ve değişebilir şeyleri içeremez. Böylece; imgelem ve anlama yetisi arasındaki ayrım ortaya konmuş olur, tüm olumsallık karşısında saf aklın zorunluluğu ortaya konur, doğanın edimselliği öznel olarak bilinir ve bu biliş bütünlüklü ve nesnel bir kavrayıştır, tüm düşünceler tek bir düşünceye indirgenebilinir. Son olarak da, her şey kendi özü veya en yakın nedeni yoluyla kavranır. Spinoza bu felsefi düşüncelerinin uygulamalarını ünlü Ethica'sında gerçekleştirir. Arındırmayı orada tamamlar. Spinoza'nın felsefesinde bana uzak gelen birçok nokta var, ama şu gerçek ki; Batı dünyası bu düşünüre sahip olduğu için çok şanslıdır, insanlık da bu düşünüre çok şey borçludur.

 
REFERANS
 
Spinoza, Baruch, İnsan Anlağının İyileştirilmesi Üzerine, (çev) Aziz Yardımlı, İstanbul, İdea Yayınları, 2014
 
 










23 Ocak 2018 Salı

Doğa Yasalarına Giriş ve Toplumsal Alanın Reddi Üzerine X


III - Aklın Üçlü Çarpıtma Düzeyi

Genel başlıkta iki ifade göze çarpmıştır. '' Doğa Yasalarına Giriş '' ve '' Toplumsal Alanın Reddi ''. Bu iki ayrı başlık öylesine koyulmadı ve bu başlıklar teorimin iki ayrı hattının dallanıp budaklanan ama nihayetinde tek bir ana yola ulaşan ve aslında zaten tek bir ana yoldan çıkan iki ayrı yolundan her biridir. Birincisi '' Doğa Yasalarına Sadece Bir Giriş '' idi. Daha doğrusu kendisinin tam açık ve seçik olarak ortaya çıkarılması değil ki zaten böyle bir çaba başarısız olmaya mahkumdur. Çünkü insanın sınırları saf aklının başladığı yerde başlar, onun bittiği yerde biter. Bu yüzden bu biliş, bir tür doğa yasası olan saf aklın üzerindeki bulanık görüntülerden yani bir nevi hastalıklardan onun arındırılması ile ortaya çıkarılacak, doğa yasalarının tam ne olduğu değil, daha çok bütünsel bir kavrayış ile ne olmadığının gösterilmesi ile sonuçlanacak bir bilgidir. '' Doğa Yasalarına Giriş '' saf aklın kavranmasıyla ilgilidir. Bu açıklamalar bu bölümde bunun için yeterli. Şimdi saf akla gelişimin başladığı yere, yani ilk başlangıç noktası olan pratik akla gönderme yapan ikinci kısımdaki sunum yani '' Toplumsal Alanın Reddiyesi '' bu bölümü daha çok ilgilendirmekte.

İnsanların felsefe içerisindeki yönelimleri de aynı kendilerinin bir bütün olarak gelişimlerini haklı çıkaracak bir seyirde ilerler ki bu tıpkı varoluşla ilgili diğer alanlarda da olduğu gibidir. İnsanların yönelimleri, yani ilk insani özelliklerin varolduğundan beri, gerek felsefe gerek diğer alanlarda aynı etki altında seyreder. Bu etki aynı zamanda insani varoluşun anlamını da verir ki bu bir tür kendisinin özelliği olan pratik aklın saf akla yönelimidir. İnsanlık tarihi de bu iki uç noktanın kapanma seyrinden başka bir şey değildir. Yani toplumsal alana sunulan reddiye aslında geleneksel, modern, postmodern veya başka her türlü toplumsal odaklı ve onu temele referans alarak, ana kategori olarak onu belirleyerek oluşturulan tarih inşasına, anlayışına sunulan bir reddiyedir. Çünkü verilen ana akımlardan ziyade, onların içerisindeki farklılaşmalarda yani yapı dışında bireyi temel alan yaklaşımlarda dahi ele alınan birey toplumsal bir yapı içerisinde anlam kazanan bireydir. Ele alınan özne toplumsal bir inşa ile anlam kazanan yani aklı duygulanımlara mahkum edilen bir öznedir. Pratik aklın tarihselliği araştırılacaksa ki tarihsellik denen şey aslında budur, ana kategori olarak toplumsallığın kendisi sunulamaz ki toplumsal bir kategori için yine nasıl saf aklın pratik akla karşı bir bağımsızlığı varsa, pratik aklın da toplumsal her türlü kategoriye karşı ayrı birer bağımsızlığı vardır. Ayrıca ne olursa olsun, tarihsel bir araştırma toplumsal kategoriler ile değil, sadece pratik aklın yönelimleriyle açıklanabilinir. Ne insanların toplumsallaşmasının bir tarihi ne de onun kendi içerisindeki kategorilerinin ayrı birer tarihi vardır. Tarihsel olan şey bu kategorilerinin kendi içerisindeki belirlenimlerinden başka bir şey değildir. İlk insan en toplumsal, en dindar, mitsel anlamda en inançlı, kültürel düzeyi en yüksek insandır.

Bu süreç saf aklın belirip, pratik akıl olarak kendisini ifade ettiği olgusal bir anlamda başlar. Ayrıca ilk toplumsallaşma hayvansal bir yönelim ve aşırı uyumken, kaynağı ise insan aklının devinim dengesizliğidir ve hayvansal canlılarda olduğu gibi aynı sonuçları verecektir ki hayvanların toplumsallaşma özelliklerinin değişmemesi, mükemmel uyumlarının ve duygulanım belirlenimi göstermemelerinin sebebi bir saf akla sahip olmamaları ve dolayısıyla devinim dengesizliği yaşamamalarından veya zaten bu dengesizliği içselleştirmelerinden gelir. Hayvanlar için toplumsallaşma saf akla sahip olmama şeklinde ortaya çıkan doğa yasası iken, insanlar için toplumsallaşma saf akla yönelim yani bir doğa yasasının gerçekleşme sürecindeki bir anomalinin sonucudur. Bunun için hayvanlar, günümüz insanlarından kültürel düzeyi daha yüksek canlılardır. Bir doğa yasasında anomalilerin ortaya çıkması, kendisi açısında anomali değil bir özelliği açısından anomalidir. İnsan da bir bütün olarak doğa yasası özelliğidir.

Tüm bunların içerisinde, bu yazıların ulaştığı noktalar insan aklının kutsallaştırılması, akla aşkın bir anlam atfedilmesi veya ona rasyonalist anlamda sonsuz bir güven duyulması olarak algılanmamalı yine ona karşı sonsuz bir değer, bir kurtarıcı rolü biçildiği sanılmamalıdır. Sanılması gereken insanın bütünsel varlığının sadece akla yönelebileceğidir. Bu yönelimin de iyi veya kötü olması gerekmez, yine varlığının kendisine kıldığı olması gereken koşullara uygun olması gerekmez, insanın duygusal belirlenimindeki zayıflığıyla aklın bir ilişkisi bulunamaz, hatta saf aklın yönelimi toplumsal varlığın oldukça kötü, istenmeyecek olarak sunduğu bir çerçevede de seyredebilir. Yine saf aklın seyri belirli doğa yasası özellikleri olmadan işleyemez ki zaten bu işlerliği kazandıran onun kendi kendini ifade edebilme yetisidir. Bunlar hareket, algı gibi özelliklerdir. 

İnsan aklının insanı ne iyi ve güzel yola sevketme ne de aşkın olanı buldurma gibi işlevleri vardır. İnsanın saf aklının işlevi, insan varlığının insan olarak gelişiminin tamamlanmasını sağlamaktır. Bu gelişim ise zorunlu olarak insanları tek düzeye indirgeyecek ve tek tipleştirecektir. Yaşam içerisindeki dehşet ve yıkımlar toplumsal karakterlidir, belirlenimsel yönelimdedir ve aklın gelişimi iyi veya kötü bir çıkarım bulunmaya mahal vermeden bu seyri zayıflatacak bir yönelimdedir. Çünkü bu gelişim insanın belirlenimsel olandan uzaklaşması demektir. İnsan aklı ise genel olarak düşünce dünyasında üç şekilde çarpıtılır veya insan aklının çarpıtılması üç temel düzeye indirgenebilinir. Burada bir çok düşünce pratiği verildi ama tabiki hepsi örneklendirilemedi. Yer verilmeyen diğer düşünce yönelimleri de bu algoritma içerisinde tanımlanıp uygun olan düzeye indirgenebilinir.

1- Birinci Düzey, insan aklının tamamen devreden çıkarılması şeklinde ortaya çıkan ve onun yerine başka türden bir şeyin ikame edilmesi şeklinde gerçekleşen çarpıtma düzeyidir. Bu düzey insanın akıl kullanımının oldukça sınırlı olduğu ilk düzlemlerde daha çok gerçekleşir. Örneğin, doğa olaylarının kaynağının akıl ile yani doğa yasalarıyla değil de doğaüstü güçler ile açıklanmaya çalışılması bu düzeyi temsil eder. Bu düzeyde mistik bilgi ön plandadır ve felsefe içerisinde de mistik akımlar ile kendisini ifade eder. Bunun bir diğer formu da aklın yerine inancın geçirildiği Tertullianus gibi bazı patristikler tarafından ifade edilir. Bir diğer formu da aklın dışlanıp onun yerine deneyimin geçirildiği empirikler tarafından oluşturulur. Bu düzeyde doğa yasaları, doğaüstü güçlerle ikame edilmez, bunun için bu düzey aklın bir bütün olarak çarpıtılması değil sadece saf aklın çarpıtılması şeklinde gerçekleşir. Yine aynı şekilde akıl yerine sezgi vb. gibi başka türden bir yönelimle yapılan gerçeklik açıklama çalışmaları ve toplumsal belirlenimlerde duygulanımların akla yaptığı baskılar sonucu oluşan çarpıklık birinci düzeyden bir çarpıtmadır.

Gottfried Leibniz  
2- İkinci Düzey, insan aklının devreden çıkarılmayıp aksine ona aşkın bir anlam yüklenmesi ve onun Tanrısallaştırılması, doğa yasalarının dışına atılması şeklinde gerçekleşen ve akla yönelik en yoğun çarpıtmaların gerçekleştiği düzeydir. Bu düzeyin en tipik örneği rasyonalist ve akılcı düşünürlerin yaptığı çarpıtmalardır. Hatta akılcı düşünürlerin yaptığı çarpıtmalar deneyimcilere oranla insan aklını daha çok bulanıklaştırır ve gerçeği körleştirir. İnsan aklının sınırları ihlal edilir, onun gücünün ulaşamayacağı alanlara yönelik akıl aracılığıyla çıkarımlarda bulunulmaya çalışılınır ki bu çıkarımların kaynağı hiçbir zaman saf akıl da olamaz ve metafiziksel spekülasyondan da başka bir şey de yapılamaz. Leibniz'in monadolojisi ve Tanrı'nın mevcut evreni varolan koşullar içerisinden en iyisi ve en mükemmeli olacak şekilde yarattığı ile ilgili görüşleri bunun en çarpıcı örneğidir. İkinci düzeyin bir diğer formu da, imanın akıl aracılığıyla açıklanmaya çalışılmasıdır. Gerçekten de en tuhaf ve gülünç olanı budur. Bu yönelimlerin, toplumun rahatsız yapılarının gerçekliğe uydurma çalışmalarına denk düştüğü görülürse, böyle bir hastalıklı düşüncenin nasıl ortaya çıktığı da anlaşılabilinir. Bu yönelimlerin, Ortaçağ'ın skolastik rasyonalistlerinde ve Doğu toplumlarının Aristotalesçiliği kendi toplumlarına uydurma çalışmalarında yoğun şekilde karşılaşılmasına şaşmamalı. Ayrıca, skolastik rasyonalistlerin bu yönelimleri doğa yasalarını akıldan tamamen dışlayacağından, yani gerçekliği doğaüstü bir alanla açıklanmaya çalışılacağından birinci düzeyi de içerebildiği göz önünde bulundurulabilinir. Ancak modernist rasyonalistlerde böyle bir yönelim oldukça nadirdir. Çünkü ikisi arasındaki bu ayrım, akla yapmış oldukları ayrımlardan ortaya çıkan Tanrı anlayışlarındaki farklılıklardan kaynaklanır ki modernist rasyonalistlerin Tanrı anlayışı evrenin yasalarını dolayısıyla aklı da yaratıp müdahale etmeyen, bu yüzden de akla yönelik açıklamaların önünü açan bir Tanrı anlayışıdır. Bu yüzden de modernist rasyonalistlerde birinci düzeyden bir çarpıtma oluşmaz. İkinci düzeyin bir diğer formu da Platoncu felsefede olduğu gibi aklın idealleştirilmesiyle ortaya çıkar. Ondan farklı bir idealist kimlikte olan Berkeley gibi gerçekliği bilişsel bir algıya indirgeyen düşünceler görüleceği gibi ikinci düzeye değil birinci düzeyden bir çarpıtmaya girer. Bu düzeyin bir diğer çarpıcı örneği ise kuşkucu düşünürlerin akla yönelik yaptığı çarpıtmalardır ki bu düşünürler aklı kavrayış yönü itibariyle birinci, ikinci hatta üçüncü düzeye yönelik parçalar içerir. Kuşkucuların tarihdeki bütün görüşlerin yanlışlanabildiği veya geçersiz kaldığı ile ilgili görüşleri saf aklı pratik akla indirgemek yönünden üçüncü, objenin algıya yönelik olduğu yani görelilikle ilgili argümanları aklı belirlenimlere indirgeme yönünden birinci, ilk ilkelere ulaşmanın mümkün olmadığı ve sonsuza doğru geriye gidiş olacağına yönelik görüşleri de bilgiye aşkın bir anlam yüklemek bakımından ikinci düzeyden bir çarpıtmadır.

3- Üçüncü Düzey Çarpıtma ise saf aklı pratik akla indirgeme yönelimiyle ortaya çıkar. Öncelikle belirtilmelidir ki skolastik rasyonalistler bu düzeyden bir çarpıtma göstermezler çünkü saf akıl pratik bir konuma indirgenmez aksine pratik akıl saf akla yönlendirilmeye çalışılınır. Bu yüzden skolastik rasyonalistlerin akla yönelik ikinci düzeyden çarpıtmaları birinci düzeyi de içermesine rağmen, üçüncü düzeyi içermezler. Öncelikle modernizm ve onun ürettiği düşünce akımları üçüncü düzey çarpıtmaların en tipik örnekleridir. Liberalizmin ekonomik ve toplumsal söylemleri üçüncü düzeyden bir çarpıtmadır. Yine liberalizmin üretmiş olduğu faydacı ahlak anlayışı, günümüzde belirgin bir şekilde kendini gösteren ayrıcalıklı bir sınıfın ihtiyaçlarına göre tekelleşen bilim çalışmaları ki burada bilimin ekonomiye indirgenmesinden söz edilebilinir bu düzeyden bir çarpıtmadır. Özellikle başta Thomas Hobbes gibi sözleşmeci teorisyenlerin doğa yasalarını pratik alanlara indirgeyen görüşlerinin bir bölümü ki bu görüşlerin diğer bölümleri onları belirlenimsel alanlara da indirger, bu yönüyle farklılaşır ama genel olarak bireysel duygulanım alanlarına indirgenen akıl muhakkak pratik akla yöneleceğinden buradaki çarpıtmada akıl tamamen devre dışında kalmaz ve bunun için bu yönelim genel olarak üçüncü düzeye indirgenebilinir. Aslında modernizm ve sonrası içerisinde yeterli bir düzeyde saf-pratik akıl ayrımı yapmayan her düşünce yönelimi, zorunlu olarak ya onu aşkın bir alana ya da pratik olgulara indirgeyerek bir çarpıtma ile sonuçlanır. Modernizm içerisinde olmayan Aristotalesçi mantık ve tasım yöntemleri gerçekliği dilsel ve gramatik formlara indirgemesi yönünden üçüncü düzeyden bir çarpıtmaya girer. Nitekim burada gerçeklik pratik aklın bir yönelimi olan dilsel alana indirgenir ve olguların kendi özleri ihmal edilir. Gerçeklik üzerinden yapılan psikolojik açıklamaların tümü, ya onu pratik ve bireysel ya da toplumsal duygulanım alanlarına indirgeyeceğinden birinci ve üçüncü düzeyden bir çarpıtmadır. Sadece bireysel belirlenimlere yönelen psikolojinin düşünce akımları bu yönüyle birinci çarpıtmayı içermez, çünkü bireysel belirlenim toplumsal duygulanıma değil pratik akla yöneleceğinden akıl tümden devre dışında kalmayacaktır. Ayrıca psikoloji ve yaklaşımları insanı toplumsal bir varlık olarak alma ön kabulünde bulunacağından, bu yüzden de aklı tümden dışlama eğilimi olduğundan birinci düzeyi de içerebilir. Bu yüzden bireysel bilince odaklanmayan toplumsal bilince yönelen psikolojik yaklaşımların birinci çarpıtma düzeyini de içerdiği kabul edilir. Bu yüzden psikanalizin sadece üçüncü türden bir çarpıtma olduğu söylenebilinir. Eğer çarpıtma düzlemlerinde bir düşünce pratiği, septisizm gibi üç çarpıtma düzeyini de içeriyorsa bir tür zorunlu anomalidir ve gelişimde hiçbir katkı ve önem arz etmez. Diğer çarpıtma düzeyleri de bir tür anomali olsa da zorunlu değildir, çünkü gelişim sürecine katkı verebilir. Bu yüzden bunlar insan aklının gelişiminde yani gelişim olgusunun kendisinde doğal seyir olarak kabul edilebilinir. Bir çarpıtma düzlemi septisizm gibi üç düzeyi de içeriyorsa zorunlu anomali, rasyonalist skolastikler veya psikolojinin bazı yaklaşımları gibi iki düzlemle sınırlıysa baskın anomali, modernist rasyonalistler veya ilk insan topluluklarının kültürleri gibi tek bir düzlemle sınırlıysa esnek anomalidir. David Hume ve takipçileri gibi deneyimci düşünürler epistemolojilerinde deneyimin pratik akılla ilişkisini ihmal ederler. Deneyim zorunlu olarak pratik akla yöneleceğinden ve onun anlam kazanabilmesi sadece saf aklın varlığıyla açıklanabilineceğini ihmal etmeleri nedeniyle epistemolojik olarak sadece birinci düzeyden bir çarpıtmayken genel olarak deneyimci düşünürler epistemolojilerinden çıkıp topluma yöneldiklerinde aklı pratik alana indirgeyerek üçüncü düzeyden çarpıtmaya da yönelir ve esnek anomaliden çıkıp baskın anomaliye geçerler.

Üçlü çarpıtma düzlemlerinin kendi içerisinde stabil bir düzende seyretmesi gibi bir zorunluluğu yoktur. Yapısal farklılıklar görülebilinir. Çünkü aynı insan aklının gelişimi gibi burada da zorunluluk, stabilite ve belirlenmişlik olgunun bütününde yani saf akla yönelimdedir.

Bu üç düzlemde çarpıtma seyirleri, kendi içerisinde sonuç itibariyle zorunlu ve doğrusal bir gelişme göstermektedir. Bu aklın tamamen devre dışında kaldığı olgulardan, onun işe koşulmaya başladığı düşünce yönelimlerine doğru doğal bir devinimdir. İnsanın kendini gerçekleştirmesine giden yolun doğal bir seyridir.



3 Ocak 2018 Çarşamba

Doğa Yasalarına Giriş ve Toplumsal Alanın Reddi Üzerine IX


Belirlenim Yasaları Öncesinde Birtakım Açıklamalar II

Tarih boyunca her dönemde toplumsal davranışlar ve bunun aracılığıyla insan davranışları hep açıklanmaya çalışıldı. Oysa yapılan hep, pratik aklı kendisi ile açıklamaya çalışmaktı. Onun içindeki duygulanım çatışma alanı hep gözardı edildi. Pratik akıl saf bir formda varolamıyordu. Hiçbir zaman kendi özelliklerini tam yansıtamıyordu. Çatışarak devinen bir yapısı vardı, kararsızdı ve düzensizdi. Sadece tikellerle gerçekleşebiliyordu, oysa saf akıl hem tikellerde var olup hem de tümel bir anlam kazanabilme olgusudur. Buradaki tümel bir anlam, Platoncu bir aşkınlık olarak düşünülmemeli. Sonuçta, pratik aklın belirlenim içerisinde anlaşılabilinecek bir anlamı daha vardı, bu ise hiç görülmedi. Pratik aklın bir örneği toplumsal bir ekonomik dönüşümdü, saf aklın bir örneği ise ahlaktı. Hep yapılan ekonomi içerisinde ahlakı gerçekleştirmekti, oysa sadece ahlak içerisinde ekonomi gerçekleşebilirdi. Zaten hep öyle oluyordu ama pratik aklın zayıflığı bunun görülmesini engeller. Öyle olduğu için de belirlenim yasaları hiçbir zaman anlaşılamadı, bir çokları bile onu psikolojik bir olgu zannettiler. Bir çok teori iş oraya dayandığında hep tıkandı. Birçokları septisizm bataklığına saplandılar, birçokları psikolojik egoizme götürmeye çalıştılar, birçokları onu doğa yasalarına indirgeyerek en başından çelişkiye düştüler, birçokları ise saplantılı bir metafizik ile spekülasyondan başka bir şey yapmadı. Teorilerini tamamen alt üst edebilecek bu olguyu pek azı araştırma cesaretine girebildi. Belirlenim yasalarını fark edip onları tarif etmeseler de dikkate aldığı görülebilinen her düşünür tarihte düşünce dünyasında bir kırılma noktası gerçekleştirdi. Aydınlanma düşünürleri bunun bir örneğidir, ancak eksik bir örneği, bu durum da tabiki doğaldır.

Bu kırılma noktası zorunlu bir gelişimdi, çünkü pratik akıl saf akla devinmek zorundadır. Bu devinme için mücadele eden düşünürlerin çoğunlukta bulunduğu nerde yer varsa, orası düşünce anlamında gelişti ve gelişmeye devam ediyor, geliştikçe daha çok düşünür ortaya çıktı çünkü bu mekanizma kendini geri besleme unsurlarını da barındırır. Bu devinime direnen toplumlar da ne buna engel olabildiler ancak bunu zayıflatarak onlar karşısında sömürge olmaktan öteye gidemediler.

Gelişen toplumlar bir şeyi çok iyi anladılar. Bir toplumun gelişmesi demek kendisiyle tam bir zıt anlamda toplumsal yapısının zayıflaması demektir. Çünkü, belirlenimsel olan bir şeyin aslında tümel bir anlamı yoktu. Toplumsal yapının zayıflaması inanç birliğinin, ortak manevi duygularının, duygusal birlikteliğin yok olmaya başlaması demekti ki çünkü bunların belirlenimsel yasa görünümlü dayanaklarının dışında hiçbir gerçekliği yoktu. Bu yönelim içerisinde, aşamalardaki bir görüntü olarak saf akıl tikel bireylerde kendini hissettirebiliyordu. Daha önce de değinildiği gibi, saf akıl önce tümel bir alandadır ama doğa yasalarına içkin bir alanda. İşte onun tümellikten tikel alanda belirmesi tarihteki bir kırılma noktasıdır. Bu alanda mücadele eden nerdeyse tüm düşünürlerde bile böyle bir ayrım galiba pek yoktu. Ama, hepsi gerçekte varolanın peşinde olduklarını biliyorlardı. Önemli olan da zaten buydu. Saf akıl kendisini ancak felsefe ile ifade edebilir ama bilimle gerçekleştirir. Günümüzde gördüğümüz bilim ise pratik aklın belirlenimsel bilimi yani kusurlu bilimdir.

Bazıları ise insanların robotlaştığını öne sürdüler. İnsanlar artık duygusuzlaştı, ilgisizleşti, manevi değerlerini unuttu diye dem vurdular. Bu tip düşünce yönelimleri hemen hemen her toplumda görülebilinir. Ama bunu söyleyen bir felsefeci olsun veya sıradan bir insan, şunu anlayamadı; Saf aklın gelişmesi demek zaten insanların robotlaşması demektir.

'İnsanın doğası saf aklının doğasıdır' diye ortaya attığım önerme eğer gerçeği yansıtacaksa, insanın doğal gelişimi de zaten onun robotlaşması anlamındadır da. Bunun a-priori kanıtları saf akıldan çıkar ve onlara ulaşmak için daha çok düşünmemiz gerekir. Ama a-posteriori kanıtları belirlenimleri kör etmemiş gözler için ortadadır. Toplumsal olarak nerde olursa olsun, insan olgusu içerisindeki gelişmeler her zaman stabil bir seyir ile seyreder. Tarih dinamik değil, oldukça belirli ve belirlenmiştir. Aşamalar ve evreler de. Gelişim ise sadece bunlar içerisindeki seyirdir. Bu aşamaların ve evrelerin kendi içerisinde stabil olması gerekmez. Buradaki gelişim olgusunun kendisindeki stabilliktir önemli olan. Aynı saf akıldaki gibi. Hiçbir toplum, postmodern diye tabir edilen döneme, kapitalist ekonominin dönüşüm süreçlerini yaşayamadan giremez. Ve hiçbir toplum da bilgi toplumu diye tabir edilen seviyeye çıkmadan ilerleme kaydedemez. Aynı şekilde, sanayi toplum seviyesine de. Yani başka bir alternatif, üçüncü bir imkan yoktur. Kapitalizm aşamasına geçilemeden gelişmenin imkanı yoktur. Tabiki bu belirlenim yasaları ve toplum için geçerlidir. Saf aklın bundan bir bağımsızlığı vardır. Ama bunun önemi sadece olgusal olaraktır, pratik bir karşılığı yoktur.

Oysaki, toplumların gelenek görenekleri, yaşayışları,  kültürleri, dilleri, dinleri çok farklı yapılar gösterebilir. Ama anlaşılamayan şey bunların hiçbir anlamı olmaması, kültürde de dinde de gösterilen ilerlemeler ne tarihsel ne de olgusal anlamda bir ilerlemedir. Sadece dilin zayıflığı ve pratik aklın kusurlarından ortaya çıkan bir gösterimdir. Bunun için tarihsel ilerleme pratik aklın ilerleyişidir, ve bu da kaçınılmaz olarak toplumsal her olguyu zayıflatır. Yönü de sabit ve stabildir. Buradaki stabilite olgunun bütününde, ki zatan içsel yönelimlerde farklı devinimler gözlemlenebilinir ama bunun da hiçbir önemi yok.

Bu anlatımlarda hep dilsel problemler var, en azından benim açımdan. Örneğin, ben duygulanımlardan bahsedeceğim bölümde ki, bu bölümü açıklayabilmek için daha çok uğraşmam gerekecek ki, yine bu felsefe içerisinde tamamen ayrı bir bölümün uğraş alanı olacaktır. Örneğin, insanın hayatında ortaya çıkan kendilerinin duygu dedikleri şeyler, dilsel bir bütünlüğe girer ve anlam kazanır, oysa onların saf aklın dilinde ayrı bir tarifi vardır. İkincisi, her duygulanım gibi görünen şeyler bir belirlenim olmak zorunda değildir. Örneğin, insanın hakikati arama sevdası bir duygu olarak görülebilir ama bu saf aklın hareketidir. Yani bazı şeylerin anlamı toplumsal bir dilde karşılık bulmaz ve dil ile anlatmak oldukça zordur. Yani, bazı duygu gibi görünen şeyler saf aklın hareketi olabilir.

Bu yüzden, dilde insanın robotlaştığı yani duygusuzlaştığı ve manevi değerlerden uzaklaştığı diye anlatılan şeyler, aslında insanların kendilerinden uzaklaşması değil, aksine kendilerine yönelmelerinden başka bir şey değildir. Aslında toplumsal bir bütünlük içerisinde yaşayan insan gerçek anlamda bir robottur. Nitekim, bizim yaşadığımız düzende gördüğümüz robotlaşma türü de saf aklın bir gerçekleşmesinden ziyade, bir duygudan çıkıp başka bir duyguya esaret olma, bir duygunun diğerine baskın çıkması daha doğrusu bencil duyguların toplumsal duygulara baskın çıkması türünden bir şeydir. Ama bu bile insanın tarihsel yönelimindeki bir aşama, saf akla giden bir yolun göstergesidir. Çünkü, pozitif anlamda varolmasa da, gelişen toplumlarda negatif bir anlamda kazanç sağlar. Mitsel, inançsal yani toplumsal belirlenimden uzaklaşma ve bireysel belirlenimlere yaklaşma anlamında.