8 Nisan 2017 Cumartesi

Aklı Esaretten Kurtarmak


Öncelikle, bu yazımın diğerlerinden farklı bir konumu var. Buraya kadar yazdıklarımdan sonra, devam etmeden önce bir durak vermem gerekiyor. İşte o liman bu yazı olacak.

Ben bir felsefeci ve toplum bilimci olduğuma göre meselelerim, günlük hayatta görünen türden pratik konular, belirli dönemlere sıkışmış insanın zavallığını en açık şekilde yansıtan siyasi kavgalar, insanların gelip geçici duygusal bunalımları, pratik hayattaki sürekli değişen deneyimleri, endüstriyel hayattaki tüketim içine batmış ve gösterge dünyasındaki yansımalara boğulmuş alışkanlıkları veya postmodern hayalleri ve sanrıları olamaz. Aynı sebepten ötürü, popülizmin kölesi olmuş birkaç derece daha fazla menfaat elde edeyim diye kendisi gibi davranamayıp beklentilerin uşaklığını yapan ve karşısındakinin veya yaşadığı toplumun istekleri doğrultusunda hareket edip kişiliğini yok etmiş insanların davranışlarını, üsluplarını sergilemem beklenemez. Yine aynı sebepten ötürü yazdığım bu yerin, ışıltılı süslerle, parlak reklamlarla, insanların daha çok ilgisini çekmek için türlü numaralarla donatılması düşünülemez. Çünkü yalanlar her zaman parlak ve süslü renkler ile bezenirler.

İnsan olan herkes, felsefe konuları üzerine düşünebilir ve onunla ilgilenebilir. Kimse onu bundan dışlamaya cüret gösteremez. Kimse onu devlet okullarına veya ticari amaçlarla oluşturulmuş özel okullara veya herhangi bir oluşuma mahkum etme hakkına sahip olamaz. Felsefede rütbeler yoktur, makam ve mevki yoktur. Toplumların verdiği statüler felsefede geçersizdir. O insanlara neden ve niçinleri sorduran, görünüşlerin ötesine geçip gerçeğe ulaşmak için bir yöntem yani bir fırsat veren özel bir alandır. Ancak insanlar; günlük hayattaki pratik esaretleriyle, maddi kaygılarıyla yani temel olarak duygusal dünyalarındaki baskılarla bundan vazgeçer. Bundan vazgeçtikçe daha çok dışarda kalır. Dışarda kaldıkça toplum içine daha çok gömülmeye başlar. Daha çok toplum içinde kaldıkça en temel isteklerini, anlama ve merak yetilerini kaybederler. Çünkü toplumsal yapılar felsefenin sorularını, kendi oluşturduğu hazır cevaplarla ikame eder.

Ve bunu kaybettikçe mutlu olmayı, bir duygusal durum sanırlar ve buna indirgerler. Böyle sandıkça yaşadıkları geçici duygusal durumları mutluluk veya tersini mutsuzluk sanırlar. ( 1 )

Bu sürecin devamı, insanların toplumsal yapılar içerisine daha çok entegre olmasıyla sonuçlanır. Karşılıklı duygusal durumların yoğunluğu içerisinde insanlar, kendilerini artık kendi kişiliğiyle ifade edemeyecek, anlama ve akıl yürütme yetilerini sergileyemeyecek, esaret altında yaşamaya mahkum kalacaktır. Ancak bu esaret sadece bir dirençtir, tümel ve bağımsız seviyede gerçekleşen insan aklının gelişimine karşı. Bu edimde bulunan her toplumsal yapının bireyleri, bu gelişim karşısında, mutluluklarını duygusal bunalımlarında ararken, mutsuzluklarını kendi eliyle inşa edip, bu gelişim karşısında yitip tükenmeye mahkum kalacaklarını asla bilemezler.

Kişinin yazılarında, konuşmalarında argo veya küfürlü bir üslup kullanmayınca samimiyetsiz bulunduğu, samimiyetin ölçüsünün hakaret etme olduğu; bencilliğin ve dolandırıcılığın bir zeka örneği, cömertliğin ve paylaşmanın ise enayilik sayıldığı bir toplumsal düzen içerisinden geliyorum. Bunların hepsi suni bir şekilde şişirilmiş, anlatılarla idealleştirilmiş toplum içerisinde değil, toplumun başlı başında kendisinde yaşanıyor. Buradaki problem tek tek tikel toplumlar ile ilgili değil, toplum kavramının içinde saklı. Bunu savunmamın sebebi ise, bunun kaynağının duygulanım durumlarındaki çarpıklar olması. Onun kaynağının ise toplumun kendisi olmasıdır. Ve benim bu konuyu araştırdığım ve buna kendimi yetkili gördüğüm en temel tezim ve teorim '' Doğa Yasalarına Giriş ve Toplumsal Alanın Reddi Üzerine '' adlı başlıkla başladığım yazımdır. Bu yazı benimle birlikte gelişecek ve hayatım boyunca devam edecek. Bu yazının içinde bulunan şartlar nedeniyle dağınık gittiği, sistemli bir şekilde gitmediğini ve yine öyle gitmeyeceğini söyleyebilirim. İkinci olarak benim gelişimimle beraber geliştiği için, benim gelişimimdeki sistemsizlik ve düzensizliğe ne yazık ki tabi olmak zorunda. Eğer imkanım olursa ve bunu bitirebilirsem, temel tezimi sistemli bir hale getirip kitap biçiminde yayınlayacağım. Yaparsam, yaptığım son şey de muhtemelen bu olurdu. Belki de hiç bunu yapamam, belki de teorimi hiç sonuçlandıramam ama biliyorum ki bunu başaracak birisi olacaktır.

Bir çok felsefeci ve sosyolog; insan - toplum - doğa ilişkilerini incelemiş ve kendince bir görüş ortaya atmıştır. Bunları açıklamak bu yazımın konusu değil ama şunu söyleyebilirim ki, benim gözümde bu bilim insanlarının çoğu, kendi yaşadığı toplumunun ve döneminin yapısından bir şekilde etkilenmiştir. Ve ne yazık, ki bu insanlar benim gözümde en temel sorun olan, insan aklını toplumsal yapı ve anlayışlar içerisine mahkum etme ona esir etme hatasından sıyrılamamıştır. Çünkü insan aklı en sert şekilde bunlardan dolayımsız, bağımsız ve tümel düzeyde işletilmelidir. Bunun başka bir yolu benim gözümde mümkün değildir. Düşünürlerin bir bölümü, insanın toplumsal bir varlık olduğu ve ancak onun içerisinde ahlaki eylemler gerçekleştirebileceği ön kabulünde bulunarak zaten başta hataya düşmüş, bir diğer bölümü de öyle olmasa bile onu araçsallaştırıp toplumsal yapı içerisinde gelişimde bulunabileceğini, insan aklının o yapı içerisinde varlığını sürdürebileceğini düşünerek ( ve bunu yaparken de çok ender istisnalar olabileceği göz önünde tutularak neredeyse hepsi, kendi toplumundan, kültüründen yoğun bir şekilde etkilenmiştir. ) nihai cevaplara asla ulaşamamıştır. (2) Ben iddia ediyorum ki insan aklı toplumsal hiçbir yapı içerisinde gelişemez, ona karşı gelişir.

Ve yine öne sürüyorum ki; insan toplumsal bir varlık değildir ve insan aklı onun içerisinde her zaman ve her yerde baskı altında tutulur. Böylelikle benim amacım da burada belirir. İnsan aklını esaretten kurtarmak...


AÇIKLAMALAR


(1) Bu konu temel tezimin duygular ile ilgili bölümünün konusudur. Orada daha detaylıca işlemeyi düşünüyorum. Ancak böyle bir konuyu yazabilmek zor, ürkütücü ve sıkıntılı bir durumdur. Çünkü duyguların, insan aklıyla açıklanabilmesi en üst seviyede olmadıkça pek mümkün değildir. Duygularına tamamen egemen olamayan, onunla savaşını nihai olarak zaferle sonlandıramayan insan aklı, onu açıklamaya da yetkili değildir. Çünkü böyle bir yazıda duyguların o yazıya hakim olma tehlikesi her zaman var olacaktır. Bunun için böyle bir konuyu ancak hazır olduğumda yazabilirim. Belki de hiç yazamam.

(2) Belirtmeliyim ki burada anlattığım durum zaten olması gereken ve olan, insan aklının gelişim sürecidir. Bu düşünürler de bu sürece katkı vermiştir. Zaten bu etkilenme durumunun teorime uygun olarak gelecek dünyasında azaldığını ve azalarak devam ettiğini gözlemlemekte ve düşünmekteyim. ( En azından gerçekten bunun hakkını veren sosyal bilimciler içerisinde ) Ayrıca matematik ve fen bilimciler, direkt olarak insan aklının saf alanında işlem yaptıkları için bu etkiden ayrıcalıklı şekilde muaf olurlar.