23 Eylül 2019 Pazartesi

Doğa Yasalarına Giriş ve Toplumsal Alanın Reddi Üzerine XVI


IX

Buraya kadar her şeyin üç temel ilkesini belirledik. Bundan sonra, varoluşun ilkelerine yönelebileceğiz. Şimdi üç temel ilkeyi özetlersek.

1. Asli olan yokluktur. Tüm varoluş bir istisnadır;

Bunun en önemli birincil çıkarımı; tüm varoluş alanının bir olasılık alanı olduğu ve olasılıksal bir değere sahip olduğudur. İster bilkuvve olarak bulunsun, ister fiili olarak gerçekleşsin. Ancak yokluk matematiksel bir olasılık değeri içermez. Bundan çıkan bir sonuç da; varoluş alanının sınırlı sonsuzluk, yokluğun sınırsız sonsuzluk olduğudur. Sınırlı sonsuzlukdaki sınır, olasılıksal değerlerdeki sınırdır. Yoksa varoluştaki uzaysal veya zamansal bir sınır anlamında değil. Evrenin boyutsal sınırlarını keşfetmekteki çabaların, varoluştaki herhangi bir sınırlamayla ilgisinin olmadığını daha önce belirtmiştik. Zaten bu tipte koyulan her sınırlandırma subjektif ve idealize edilmiş tasarımlardır. Böylece, varoluştaki gerçek objektif bir sınırı tam olarak keşfedebileceğiz ve onun bilgisinin algısal bilgiye açık olduğunu gösterebileceğiz. Yokluğun bilgisi ise, algısal bilgiye kapalıdır. Çünkü; hiçbir biçimde sınır barındırmayan bir şey, varolan bir şeyin algısal bilgisine kapalıdır. İnsanlar ise; diğer bilgi araçlarıyla yokluğu sadece sezebilir ancak algısal bilgideki bu eksiklik nedeniyle, yine de onu tam olarak kavrayamaz. Yokluğun bilgisi metafiziksel alana aittir. Bu nedenle; bu bilginin özü, varolan bir şey için her zaman subjektif kalmak zorundadır.

Varoluşun olasılıksal anlamına baktığımız zaman iki belirlenim görürüz. Etki ve etkilenim. Bu etkileşimin varoluşun dayanağı olduğunu anladığımızda şu sonuca ulaşırız; 

Varoluş alanında hiçbir zaman mutlak simetri yoktur. Bunun sonucunda varlığın olasılık değerinin hiçbir anda eşbiçimli olamayacağı çıkar. Örneğin; fiili durumda atılan bir zarın hiçbir zaman 1 gelme olasılığı 1/6 değildir (Burada zarın altı köşeli olduğu ve ağırlık merkezinden denge durumuna geldiği bir ortamda atılacağı zorunlu kılınıyor). Çünkü, mutlak simetrik bir zar tasarlanamaz. Tasarlansa dahi, atılan ortamda bu sağlanamaz. Her şeyin mutlak simetrik olduğu bir sistem tasarlansa dahi, ışığın ve algıların etkilenimleri vardır. Bu, dijital ortamlar için de geçerlidir. Bu yüzden 1/6 fiili değil, zihinsel bir olasılıktır. Böylece; bir şeyin neden böyle değil de, şöyle olduğunun bir cevabı varoluşta her zaman vardır. Biz o zarın hangi sayı geleceğini önceden bilebiliriz. Çünkü; atıldığı ve hatta atım koşullarına gelen süreç içerisinde dahi, o zarın gerçek olasılık değeri 1'dir. Tabi ki atım öncesinde ve atım anından itibaren, tüm değişkenleri ve bunların fiziksel etkilenim değerlerini tam olarak bilip hesaplayabiliyorsak. Henüz gerçekleşmemiş ancak gerçekleşmesi beklenenlerin de, gerçekleşmesi beklenip de hiçbir zaman gerçekleşmeyenlerin de varoluş alanı olarak görüldüğünü belirtelim. Peki, yokluğun sonsuz potansiyelitesi burada nerededir? İşte buradaki atım anında, öncesinde ve sonrasında; oraya gelene kadar ki tüm sonsuz süreçteki tüm değişkenlerin içindeki süreçlerde, bu tüm değişkenlerin herbirinin tek tek sonsuz ve onların da yine sonsuz ve böylece kendini tekrarlayan alternatiflerinde ve onların yine yokluk alternatiflerindedir. Burada ise; hiçbir sınır, değişim ve olasılık bulunamaz.

Böylece buradaki ikinci ilkeye ulaşmış oluruz. Yokluk, varoluşun dayanak noktasıdır. Orada hiçbir etkileşimin olamayacağını söylemiştik. Varoluşun devinimin, yoklukta bir etkilenim olamayacağı daha önceden gösterildi. Bu ilkenin sonucunda; değişmeyen tek şeyin, yokluğun kendisi olduğunu kavrarız. Yine bir şeyin bilinmesi için, iki temel öğenin bulunması gerektiğini söylemiştik. Değişim ve sabitin. Kendi başına sürekli değişen bir şeyin ve salt devinimsiz bir şeyin objektif bilgisi mümkün değildir. İşte tüm canlıların bilgisini mümkün kılan şey; varoluşun bu özelliği ve yokluğun bu potansiyelitesidir. İşte tüm bunlar bizi ikinci ilkeye götürür.

2. Bir şey değiştiği için varolur;

Bütün varoluşun bir olasılık değeri olduğu ve bu değerlerin hiçbir zaman mutlak eşbiçimli olamayacağı açıklandığında ikinci ilkeye ulaşılır. Olasılık değerleri birbirlerine eşitlenemezler. Ve bu değerler de hiçbir zaman sabit kalamaz. Çünkü, her devinimde olasılık değerlerinin sayısı artar. Yani ortada bütünlükte bir artış vardır ve böylece parçaların değerleri de sabit kalamaz. Buna fizikte entropi adı verilir. Burada böylece ilkin; değişim ve devinimin varoluştan önce geldiğini, bir şeyin değiştiği için varolduğunu, mutlak bir değişmezliğin varoluşla çelişki içerdiğini çıkarırız. Yokluk alanını ihmal edersek; yani sadece algılarımız ve pratik akıl açısından işlem yaparsak, atılan bir zarın herhangi bir sayı gelme olasılığının 1/6'ya çok yakın bir değer olduğunu biliriz. Ancak yokluğu sezmeyi öğrenirsek; yani saf akılla işlem yapabilmeyi tamamen bilirsek, atılan bir zarın herhangi bir sayı gelme olasılığının 1 ve 0 olduğunu; varoluşun bütün olasılık değerlerinin 1 ve 0 olduğunu biliriz. Birinci ve ikinci koşuldaki değerlerin ikisi de doğrudur. Varoluş mutlak değişim ve devinimken, aynı zamanda onun dayanak noktası yokluğun mutlak sabiti ve değişmezliğidir ki; kendisi de zaten değiştiği için vardır.

Böylece; özellikle insanların öznel algılarından, kişisel yaşantı ve deneyimlerinden, duygulanımlarından arındırılmış bağımsız bir bilginin mümkün olabileceğini görürüz. Üstelik bunun için varoluşta mutlak bir çelişki içeren, ancak bilginin ve varoluşun imkanını doğrulamak için zorunlu ve varsayımsal olarak uydurulmuş ve sonucunda bütün varlıksal değerin feda edildiği Tanrı kavramına gerek duymadan. Her ne kadar bütün insanların deneyimleri kişisel algılarına dayansa da ve bu algılar insan türüne ait öznel özellikler olsa da. Ancak bu böyle olsa da; insanların öznel algılarının, saf aklın yardımıyla evrensel bir birliktelik oluşturabilme imkanı ve bunların da gerçekliğin kendisine doğrudan temas edebilme olanağı açıktır. Tıpkı varoluşun diğer olasılıkları gibi. Eğer ki birisi bana yaşadığın tüm her şeyin bir simülasyon olduğunu ve bunların da zaten önceden programlanmış olduğunu söylese; ona, bunun ne fark edeceğini sorarım. Eğer öyle olsa da ben, varoluş alanındaki bir simülasyonum. Tıpkı beni simüle edenlerin de farklı derecelerde varoluş alanında olduğu gibi. Evren dev bir bilgisayar olsa da, zorunlu olarak belirli kurallar ve yasalar çerçevesinde programlanmıştır. Tıpkı onu programlayanların varoluşlarının da belirli yasalar dışına çıkamayacağı gibi. Tıpkı varolan hiçbir şeyin sınırsız bir sonsuzluk ve mutlak bir güç olamayacağı gibi. Tıpkı varoluş derecelerinin farklılık içerebileceği ve onun derece barındırdığı, ancak bunun onun iki farklı varlık durumunu ifade edemeyeceği, çünkü farklılaşmanın özsel bir değer olması gerektiği, ancak buradaki değerin özsel değil; tamamen olasılıksal bir değer olduğunu daha önceden söylediğimiz gibi.

O zaman kişi bize bütün bu yasaların rastgele ve keyfi olarak değiştirilebilineceğini söylese, ona her rastgeleliğin de zorunluluk içerdiğini söylerim. Kişi, bunları belirli derecelerde değiştirebilir ancak; kendi zorunlu olarak koşullandığı yasalar dışına çıkarak değil. Çünkü; benim de, varsa beni simüle edenin de dayandığı değişmez yokluğun sonsuz potansiyelitesi vardır. Yani benim yasalarımın dayandığı olasılık derecelerinin, onun da dayandığı yasalarla zorunlu etkileşimi olduğu gibi. Hatta eğer böyleyse, onu simüle edenlerin de. Böylece; ikinci ilke bize, ikinci bir sonuç verir.

Varolan hiçbir şeyin nedeni kendisi olamaz, hep kendisi dışında başka bir şey olmak zorundadır. Çünkü; her etki bir etkilenim gerektirir. Ve bunlar etkileşim dışında görülemez. Kendi kendisinin nedeni olan şey; etkileşim olmadan etkiyen şeydir ve bu açıkca mantıksal çelişkidir. Böylece, bir sonuca daha ulaşırız. Varoluş alanındaki her şeyin fiili olarak gerçekleşebilmesi, zorunlu olarak kendisi dışında bir neden gerektirir. Bu; aynı zamanda imkanlar alanını da etkileyeceğinden, yani bu etkileşimlerin hep karşılıklı olduğu anlaşıldığından; bu, bir şeyin imkan olarak gerçekleşebilmesi için de geçerlidir. Nedenler yatay veya dikey yönlü, doğrudan veya dolaylı olabilir. Ancak, dairesel bir nedensellikten söz edilemez. Varoluşa bir bütün olarak bakıldığında; onun değişiminde tekrarlanamaz, geri dönüşemez devinimler vardır. Tüm bunlar bize; ne ilksel bir nedenin, ne de sonsal bir nedenin olamayacağını da gösterir. Ama, bir nedenin olamayacağını değil. Eğer yapılan ölçümler bize doğada indeterminizmin hakim olduğunu hissettirip, kişi burada tamamen rastgeleliğin olduğunu söylerse; kişi kaçınılmaz olarak bunu, bir neden sonucunda söylüyordur. Örneğin; ölçüm aletlerinin kesinsizliği, algıların belirsizliği gibi. Evet rastgeleliğin kendisi bile, nedensel bir belirlenmişliktir. Nedensellik yasasının reddedilmesi dahi, nedensellik ilkesini gerektirir. Tıpkı aklın reddedilmesi için, zorunlu olarak yine aklın kullanılması gerektiği gibi. Saf akıl nasıl insan için kaçınılmazsa; doğa veya varoluş da, nedensellik ilkesinden kaçamaz. Bunun; bir kuşun uçmayı, bir balığın yüzmeyi bırakmasını istemekle aynı şey olduğunu daha önce belirtmiştik.

İkincisi, nedensellik ilkesi makro ve mikro ölçek ayrımı içerisinde çözülemez. Yani, makro ölçüde belirlenmişlik ve mikro ölçüde kesinsizliğin aynı anda işlediği gibi. Bu, varolmanın iki farklı çelişik durumu olacaktır. Eğer bir nedensellik ilkesi varsa; bu, en küçük mikro ölçekte dahi geçerli olmalıdır.

Bu değişimin; geri dönüşemez, eşbiçimli olarak tekrar edemez olduğunu anladığımızda ve aynı zamanda buradaki sınırın olasılıksal değerlerde gerçekleştiğini gördüğümüzde; bu, bizi üçüncü bir ilkeye daha götürür.

3. Varoluşun değişimi bir bütün olarak bakılırsa; geri dönüşemez, doğrusal ve yokluğa doğru sonsuz bir devinimdir.

Tüm varoluşun değişimi oldukça karmaşık ve farklı yönelimler gösterse de; bir bütün olarak bakıldığında, iki farklı duruma indirgenebilinir. Bunlardan birincisi; geri dönüşebilen, tekrar edebilen süreçlerdir. Örneğin; hareket enerjisi, daha doğrusu sürtünmesiz bir ortamda gerçekleşen hareket veya düşme gibi olaylar. Bunlardan ikincisi; geri dönüşemez, tekrar edemez süreçlerdir. Örneğin; ısı enerjisinin devinimi veya difüzyon gibi. Doğadaki ikinci tür değişim bize şunu söyler. Doğadaki her değişimde, bir daha kendi özünü aynı şekilde temsil edemeyen bir ilerleyiş vardır. Çünkü; dairesel ve doğrusal iki çizginin toplamı yine doğrusaldır. Yani bir sınırın, sonsuzluk karşısında anlamını yitirmesi gibi. Üstelik; ikinci tür değişimleri birinci tür haline sokabilmek için, bulunması gereken bir enerji yükü vardır ve bu yine ikinci tür değişimdir. Çünkü; doğanın kendisinde birinci tür değişim hiçbir zaman fiili olarak gerçekleşmez. Bunlar sadece, düşünsel gerçeklik tasarımlarıdır. Fiili ya da zihinsel olarak tasarlansa dahi, bu tasarımın gerçekleşme sürecinde ikinci tür devinim yine işler. Bu demektir ki; kendi enerjisini kendisi üreten, yani dışardan hiçbir enerji almayıp sonsuza kadar böyle çalışan bir makine yapılamaz. Bu makine çalıştırılabilinir ancak; sürekli işleyebilmesi için, dışardan müdahale yani enerji gerekir. Buradan anlıyoruz ki; ikinci tür değişim doğanın gerçek devinimidir. Birinci tür değişimler, ikinci tür değişim olmadan varolamazlar. Doğanın bu durumu bize, ikinci ilkemizi hatırlatır. Değişim olmadan varlık olamaz. Tıpkı etkilenimsiz bir etkinin olamayacağı gibi. Tıpkı kendi kendisinin nedeni olan bir varlık olamayacağı gibi. İnsanlar ise; Tanrı kavramını düştüğü bu güçlükten kurtarmak için onu, varoluşta anlamlandırılamaz farklı boyutlara sürüklemiştir. Yani kendi hayal dünyalarına. Sanki varolmak keyfi olarak özsel ayrım içerebilecekmiş gibi. Yokluk mutlak gerçeklik olarak kavrandığında, insanların Tanrı'ya olan ihtiyaçları da ortadan kalkacaktır.

Tüm bunlar üçüncü ilkemizde yeni bir ilkeye bizi götürür. Varlık derece itibariyle farklılaşır, özsel anlamda değil. Bu farklılık ise, tamamen olasılık dereceleriyle ilgilidir. Varolmak demek, bir olasılık derecesine sahip olmak demektir. Farklı uzay ve zaman boyutlarında da, farklı olasılık derecelerine sahip olma zorunluluğu gibi. İnsanların en çarpık ve hayalci düşlerine konu olsa da. Olasılık değerleri tek tek en küçük parçalarda dahi tekrar edemez, farklı değerlerde eşbiçimli olamaz. Olasılık değerlerinin toplam niceliği her devinimde artar, ancak tek tek parçalarda olasılık değerleri her devinimde düşer. İşte bu, varoluşta gerçekleşen entropidir. Geçen her zamandaki her anında, artık sen daha çok istisnasın ve daha çok bir mucize. Bunun ise; tam olarak açığa çıkması için, yokluğun değişmezliği ve mutlaklığıyla birleştirilmesi gerekir. Burada ilerleyebilmek için daha sonra eski ve köklü bir ilkeyi hatırlatacağız. Doğa her zaman en kısa ve basit yolu izler. Daha fazla istisnaya sürüklenen; yokluğun mutlaklığı ve basitliği açısından, kendi özünü daha yüksek dereceden temsil eder. Böylelikle; varlıkların özünün veya özsel derecelerinin aynı olduğunu; ancak bunu temsil etme, yani olasılık derecelerinin devinimiyle değiştiğini anlarız. Doğanın bilimsel ilkelerinin dışında, aşkın ve ilahi hiçbir ilkenin olamayacağını da. Doğa, atalet kanunu gereği; değişimi en aza indirme, durgunluğunu arttırma eğilimindedir. Böylelikle; kendi özsel değerini temsil edebilme gücünü koruyabilmek için, ondan varoluşun dengesi olan karşı bir enerji açığa çıkar. İşte bu değişimi sağlayan varoluşun karşı etkisi, yokluğa devinimin kendisidir. Böylelikle varoluştaki devinen her varlığın bu devinimde; olasılıksal değerinin düştüğünü, kendini temsil edebilme derecesinin arttığını, yani daha çok değişmezliğe sürüklendiğini, yani varoluşsal anlamının yitip gittiğini veya varolma derecesinin düştüğünü anlarız. Aynı zamanda, bu devinimin sonu gelmez bir ilerleyiş olduğunu da.

Üçüncü ilke bizim doğanın devinim ve değişim yasalarını anlamamız için bir anahtardır. Bu ilke bize, varolan her şeyin mutlak yokluğa sürüklendiğini bildirir. Hiçliğe değil. Çünkü yokluk, mutlak bir gerçekliktir. Varlık ise, onun istisnai gerçeklikleri. Pratik akıl, saf akla devinir demiştik. Bu devinim saf akılda sonlanacak, ancak değişim durmayacaktır ve burada yeni varoluş alanları ortaya çıkacaktır. Böylece saf aklın doğa için sonsal bir neden olmadığını; ancak insanın varoluşu için, nihai bir hedef olduğunu anlarız. Bu devinimde, döngüsel olarak işleyen duygulanım gibi çarpıklıkların ortaya çıktığını söylemiştik. Buradan anlıyoruz ki; nasıl ikinci devinimlerin anlaşılması için, birinci devinimlerin insan zihni tarafından sanal olarak tasarlanması gerekiyorsa; pratik aklın saf akla ilerleyebilmesi için de, dairesel olarak devinen duygulanımlar ve onun getirdiği toplumsal çarpıklıklar insan tarafından uydurulur ve yaratılır. Böylelikle duygulanımların; pratik akla yaptığı baskılarla onun devinimini yavaşlatsa da, onun saf akla deviniminin unsurlarından birisi olarak insan tarafından üretilen hayali bir yanılsama ve eklenti olduğunu açığa çıkartırız. Duygulanımların bu devinimdeki ortadan kalkacak, yani enerjisi başka alanlara yönelecek bir anomali olduğunu görürüz.

Böylelikle; her şeyin üç ilkesini tespit edip, burada açıklamaya çalıştık. Teorik yazımızın birinci ve giriş bölümünü bir sonraki bölümde genel bir değerlendirme yapıp bitirmiş olacağız. Tabi ki bir takım eksiklikler, hatalar ve daha sonra ekleyeceğim şeyler olabilir. Bu üç ilkeyle birlikte artık, varoluşun değişim yasalarına odaklanabileceğiz. Burada tespit ettiğimiz ilkeler, bütün insanlığa açıktır ve saf aklı rehber edinerek düşünceyi geliştirmeye çalışan herkesin hizmetine sunulmuştur.