26 Eylül 2020 Cumartesi

Doğa Yasalarına Giriş ve Toplumsal Alanın Reddi Üzerine XVIII

XI

2. Aksiyolojik Değerlendirme: Doğadaki Değişimin Bir Örneği Olarak Pratik Aklın Saf Akla Devinimi

Tüm insanlık tarihi pratik aklın saf akla devinimindeki çarpıklıkların tarihidir. Yani bu değişimde ortaya çıkan ve etkilerini dairesel yönlü devinimlerle gösteren bir tür arızanın tarihidir. Bu sonu gelmez çarpıklılar ve arızalar varoluşun koşulu olan değişimin, yani değişimin varoluştan önceliği ilkesinin sonucudur. Bu ilke, insanın yaşam alanı içerisinde değişim ilkesinin sonucu olarak ortaya çıkan direnç etkisi ile çeşitli dairesel sapmalarla kendini gösterir ki; işte bu, insanın duygulanımsal doğasından başka bir şey değildir. Bu doğa içerisinde insan, sürekli değişen objeler karşısında bir tür bağımlılık ilişkisi içerisindedir ki; bu ilişki sonucunda duyusal algılar sapmalara uğrayacaktır. Bu bağımlılık ilişkisi doğanın etkileşim ilkesi, yani her etkinin bir etkilenim gerektirmesi ilkesinin bir sonucudur ve bu bağımlılık hep karşılıklıdır. Bu ilke ile birlikte doğada ne bağımsız ne de mutlak bir varoluş alanı bulunabilir. Her şeyin birbirine bağımlı olduğu bu birliktelikte insan da kendi anlam dünyalarını kurar. Bu anlam dünyası ise hep doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin gibi ikili bir diyalektik birliktelik içerisinde ortaya çıkar. Çünkü dairesel devinimdeki çarpıklıklar dahi, pratik aklın saf akla devinim yönünün parçalarıdır. Bu ikililik duygulanım alanının iki temel unsuruna dayanır. Bu, insanın tüm duygulanımsal dünyasının da kaynağı olan ve diğer tüm duyguların ondan türediği sevgi ve nefret ikililiğinden başka bir şey değildir.

Pratik aklın devinimi, tıpkı doğadaki diğer tüm değişimler gibi hep karşılıklı bir bağımlılığı da sürekli yeniden üretir. Bu üretim ilişkisinde arıza da hep karşılıklıdır. Sistemdeki işte bu arıza, insanın duyusal algılarının ileriki safhaları olan yorum aşamasındaki sapmalarla fiziksel karşılığını bulacaktır. İşte insan duyusal algılarını, kendi çarpıklıkları olan duygulanım dünyası içerisinde bir çok farklı boyutta anlam dereceleri halinde aksamalara uğratır.* Bu aksamaların yoğunlaştığı en temel nokta, duygulanımların birincil ve ilksel fiziksel karşılığı olan insanın toplumsal yapısı ve onun üretim mekanizmalarından başka bir şey değildir. Duygulanımlar, insanın toplumsal yapısı ile fiziksel gerçekliğe kavuşurlar.

Bu toplumsallaşma yapısı, sadece ortak hareket etme veya basit bir örgütlenme biçimi değildir. Bu yapı, insan aklının tahakküm mekanizmalarını üretir ve onu baskı altına alır. Bu mekanizma içerisinde; insanın ideolojik yapısı, mitsel ve dinsel inanç sembolleri kısaca toplumsal inanç sistemleri, kültürel yapısı, toplumsal gelenek ve görenekleri ile bundan çokca etkilenerek oluşturulmuş hukuki normlar, hiyerarşik örgütlenme ve toplumsal tabakalaşma ile sınıfsal yapı bulunur. Bunlar duygulanımların en genel hatlarıyla ve en birincil etki mekanizmalarıdır. İnsan bu tip toplumsallaşma modeliyle diğer canlılardan ayrılır. Bilinen kadarı ile, insan dışında hiçbir canlı bu tipte bir örgütlenme biçimi oluşturamaz. Hiçbir canlı, insan türü gibi kendi türü içerisinde bu kadar çok farklılaşabilen bireyler üretemez. Bunu sağlayan şey, doğada insan türü dışında hiçbir varlık alanı bulamayan duygulanımlar olgusundan başka bir şey değildir. İnsanın kişisel yaşamında belki de çok basit bir şey olarak gördüğü sevgi ve nefret ikililiği aslında; tarihin akışını başlatan, devrimleri, savaşları, dinsel ve mitsel inançları, yıkımları, soykırımları, krizleri oluşturan; kökleri insanın nihai sonu olan saf aklın yükselişindeki, yani pratik aklın devinimindeki bir kusura dayanan oldukça karmaşık bir mekanizmadır.

Bu nedenledir ki ilk insan; en toplumsal insan ve en inançlı insandır. Bu inanç; iyi-kötü, güzel-çirkin gibi aslında oldukça yapay kutupsal eşiğin derinliğine dayanır. Oysaki aslında doğada ne iyi vardır ne de kötü. Ne doğru vardır ne de yanlış. İyi yoktur, çünkü kötü olmadığı için. Yanlış yoktur, çünkü doğru olmadığı için. Varlık sadece olasılıksal bir derecedir. Bu derece onun gerçekliği temsil edebilme yeteneğidir sadece, bunun dışında hiçbir nitel ayırıcı özellik içeremez. İnsan kendi özelliği olan pratik aklının devinim olgusundaki bağımlılık ilişkisiyle - ki doğa hiçbir zaman tam değildir ve hep bir bağımlılık ilişkisi içindedir ve zaten bunun için değişir ve bunun için vardır - doğayı da çarpık bir biçimde yorumlayacaktır. Bunun içindir ki toplumsal yaşamda hep bir adalet özlemi içindedir. Yaşamında hep adaleti arar. Oysa, ne toplumsal yaşamda ne de doğanın kendisinde adalet yoktur. Çünkü adaletsizlik diye bir şey yoktur. Bunun içindir ki, adaletin varolabilmesi için önce adaletsizlik gerekir. Sevginin varolabilmesi için nefret gerekir. Bu yüzden nefretin yok edilmesi için, önce sevginin yok edilmesi gerekir. İnsanın adalet diye aradığı şey gerçekte, varoluşun olasılıksal değerlerinin sonsuzluğudur. İşte adalet bu sonsuzluk içerisinde gerçekleşir.

İyi-kötü gibi veya güzel-çirkin gibi işte bu insanın anlam dünyasında ortaya çıkan tüm ikililikler, duygulanımlardaki temel iki duygu formu olan sevgi ve nefret ikililiğine dayanır. Nitekim pratik aklın devinimi nasıl kendi kusurlarını ortaya çıkarıyorsa, sistemdeki bu devinim süreci yine bu kusurları ortadan kaldıracak mekanizmaları da üretecektir. İnsanın pratik aklı kanımca iki temel olgu ile etki gösterir. Bunlar; ekonomi ve sanattır. Bu kavramlar pratik aklı tanımlayan veya onun parçaları olan şeyler değil, onun işleyişi sonucunda ortaya çıkan ürünlerdir. Nitekim pratik akıl veya saf akıl dediğimiz kavramlar fiziksel büyüklükler değil, aksine metafiziksel kavramlardır. Biz bu kavramların ürünlerini sadece ölçebiliriz, kavramların kendisini değil. Örneğin bir insanın sadece zekası ölçülebilir, aklı ölçülemez. Çünkü zeka, aklı kullanma yeteneği veya derecesidir. Akıl ise insanın özsel varoluş derecesidir, yani onun bir özelliğidir ve tüm insanlarda ortaktır. Yani metafiziksel bir derecedir. İnsanlar ancak zeka, yani aklı kullanabilme yeteneğiyle diğerlerinden ayrılabilinir. Ancak biz örneğin; pratik aklın ürünlerini ölçerek, pratik aklın kendisini de bir bütün olarak anlama ve ölçme imkanı buluyoruz. Aynı şekilde; bir bütün olarak aklın ürünleri ölçüldüğünde, aklın kendisi de bir nebze ölçülmüş olacaktır.

Sevgi ve nefret ikililiği içerisinde bir çok ara duygu formları oluşur. Bu ara formlar, bu iki zıtlığa bağımlı olarak işler. Yani tek başına ne sevgi, ne de nefret insan yaşamına etki edemez. Ara formlar bu ikililik içerisinde bir denge mekanizması kurar. Örneğin kıskançlık bir ara duygu formudur. Kıskançlık, sevgi ana duygusunun bir sonucudur. Yani sevgi sonucunda ortaya çıkar. Aynı zamanda kıskançlık, nefret ana duygusunun da nedenidir. Yani kıskançlık ara duygu formu, nefret ana duygusuna kaynaklık eder. Bu nedenle sevgi-nefret ana duyguları birbirlerini besleme mekanizmasına sahiptir. Başka bir örnek olarak korku ara duygu formunu ele alalım. Ancak korku olgusu, diğer canlılarda görüldüğü gibi doğal bir tepkisel davranış olarak da ortaya çıkabilir. Eğer korku olgusu anlık ortaya çıkıyorsa ve etken ortadan kalktığında hemen sonlanabiliyorsa doğal bir tepkisel davranıştır. Ancak süreklilik gösteriyorsa ve vücutta anlık fiziksel değişimler oluşturmuyorsa** bir duygu formudur. Bu kavramı ekonomistlerin enflasyonu açıklarken kullandığı teknikle açıklayabiliriz. Örneğin; fiyat artışının enflasyon olarak kabul edilebilmesi için de, artışın anlık değil süreklilik göstermesi gerektiği kabul edilir.

Bir ara duygu formu olarak korku, nefretin sonucu olarak ortaya çıkabilir. Ama aynı zamanda sevgi ana duygusuyla iç içedir. Örneğin, sevgi beslenen objeye karşı aynı zamanda onu kaybetme korkusu gelişir. Bu korku aynı zamanda o objeye karşı bağımlılığı, yani yine nefreti tetikleyecektir. Buradaki nefret ise sevginin altındaki dayanak noktası veya güç olarak işler. Onu besleyen mekanizmaya dönüşür. Buradaki nefret olgusu şiddete genellikle dönüşmez. İnsanın normalde anlayamayacağı, hislerindeki derinliklerde yatar. Ancak bir önceki örnekdeki kıskançlık olgusunu eyleme döken nefrettir. Örneğin, karısına duyduğu kıskançlık sonucunda onu öldürmesi gibi. Korku örneğinde ise genelde eyleme neden olan sevgidir. Örneğin, çok sevilen bir objeyi kaybetmemek için her türlü fedakarlığı yapmak gibi. Burada potansiyel olarak nefret ana duygusu derinlerde, diğerinde ise sevgi.

İnsanın duygulanım alanlarının anlaşılması oldukça güçtür ve bunlar farklı kuvvetlerin etkisi altında kalabilir. Buradaki örneklerde verdiğim durumlar, toplumsal bir yapı içerisinde çok farklı anlamlara da bürünebilir. Bireysel alanda sevgi ana duygusuyla iç içe olan korku ara duygu formu, toplumsal yapı içerisinde nefret ana duygusuyla iç içe olabilir. Örneğin, bir tirana karşı nefret ve korku duygulanımlarıyla gelişen durumun sevgi ana duygusuna neden olması gibi. Bu da korkunun hayranlık olarak geri dönüşmesi anlamına gelecektir. Ancak bizi burada daha çok ilgilendiren şey, tüm duygulanım formlarının sevgi-nefret ana ikililiğine dayandığı ve bunların da diğer anlamlandırma ikililiklerine neden olduğudur.

İnsanlar duygu formlarını genellikle bireysel olarak algılarlar ve düşünürler. Buradaki örneklerde de genel olarak duygulanımların bireysel etkilenimleri üzerinde duruldu. Oysaki duygulanımlar, toplumsal yapı dışında varolamazlar ve toplumsallaşmanın da kaynağıdır. Yani toplum olgusu, pratik aklın deviniminde ortaya çıkan bir tür çarpıklık veya arızanın tarihidir. Duygulanımlar da ilk etkisini toplum olgusuyla gösterir. İlk ürünlerini onunla beraber verir. Duygulanımlar ile ortaya çıkan temel ikililik; insanın anlam dünyasında toplumsallaşmanın kaynağı olan diğer tüm iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış gibi ikililikleri üretir. İşte duygulanımlardaki bu ikililikler, diğer tüm toplum ve onun bireyselleşen ürünlerinin kaynağıdır.

Duygulanımlar; pratik aklın devinimindeki direnç etkisiyle ortaya çıkan etki ve tepki mekanizmalarının dairesel devinimi olarak işlediğinden, duygulanımların herhangi bir gelişim ve ilerleme göstermesi beklenemez. Örneğin, ilkel kabile dönemlerindeki insanın belirli bir objeye karşı duyduğu sevgi ve nefret ile modern insanın duyduğu sevgi ve nefret hisleri aynıdır. Hatta bu hisler sonucunda ortaya çıkan davranış kalıpları bile aynıdır. Duygulanımlar epistemolojik anlamda, bilgi yerine inanç olgusuyla işleyeceğinden; ilk insan ile modern insanda inanç, bir ihtiyaç olarak belirir ve bilginin yerine geçebilir. Duygulanımların insan zihnini çarpıttığı en temel yön; dairesel devinimde ortaya çıkan ve geçici olan duygulanım direncinin ortaya çıkardığı sevgi ve nefret ikililiği ile bundan kaynaklı diğer tüm ikililiklerin doğa içerisinde de kalıcı olarak varolduğu inancını ortaya çıkarmasıdır. Oysa doğa yasaları içerisinde karşıtlık mümkün değildir. Çünkü, doğada simetri yoktur. Olasılık dereceleri asla tekrar edemez ve bu değerler tam karşılıklarını üretemezler. Çünkü, bir olguya karşı sonsuz derece ters durum söz konusudur. Yani doğada bir olasılıksal gerçeklik derecesinin, karşıt sonsuz derecesi vardır.

Ancak, saf akla devinimin ilerideki aşamalarında hisler aynı olsa da onları uygulama yöntemleri gelişecektir. Aslında gelişen ve ilerleyen insan aklının zihinsel evrimidir. Duygulanımlar ise dairesel devinimle sürekli tekrar eder. Bu devinim, sevgi-nefret sınırları içerisinde kalmak zorundadır. Ancak duygulanımlar şiddet dereceleriyle farklılaşabilirler ki zaten bu, onun hareketinin temelini oluşturur. Bu derece farklılaşması kıskançlık örneğinde olduğu gibi; bu ara formun sevgi ana duygusundan sapıp, nefret derecesini arttırması ve bu durumun sevgi ana duygusunu potansiyel olarak yine yükseltmesi gibi. İşte kıskançlık bu şekilde devinim içerisinde farklı derecelere bürünebilir. Ancak hangi derecede olursa olsun, tarihin hangi döneminde gerçekleşirse gerçekleşsin; ortada bir duygu formu varsa etki ve tepki mekanizması aynı şekilde işler ve aynı sonuçları doğurur. Yani algılanan his, ister ilkel ister modern dönemlerde olsun her zaman aynıdır.

İnsanın pratik aklının devinimi, duygulanımları zayıflatacağından toplumsal yapıları da esnekleştirerek insanları bireyselleştirir. Bu süreç tamamen doğal ve insanın zorunlu yazgısıdır. Böylece pratik aklın devinimi de ikinci aşamasına geçer. Günümüz dünyası pratik aklın deviniminin ikinci aşamasını yaşamaktadır. Bu aşamada toplumsal kaynaklı duygulanım formları örneğin; dini inançlar, kültürel ve geleneksel hukuki yapılar, mitsel efsaneler, ideolojik söylemler ve semboller zayıflarken; bireysel duygulanım formları olan faydaya dayalı ahlak veya ahlaki yararcılık, seküler hukuki normlar, bencillik, aşk, haz ve tutku gibi formlar ve onların ürünleri yükselecektir. Yani temel duygulanım ikililiğinden üretilen temel toplumsal normlar, bu ikililiklerin zayıflamasıyla bireysel alanda daha zayıf formlarla yeniden üretilirler.

Örneğin, dinsel inançlar ekonomik ve teknolojik faktörlerdeki gelişmelerden yoğun şekilde etkilenir. Bunun en tipik örneği tarihte; liberal ekonomik modellerin gelişmesiyle katolik hristiyan inancına dayalı kilisenin zayıflaması, dinsel inançların ve ibadetlerin bireyselleşmesi, tanrı ve kul arasına kimsenin girmemesi gerektiğinin kabul edilmesi ve protestanlık mezhebinin yükselmesidir. Hristiyanlık dinindeki bu reform aslında diğer tüm dinleri de derinden etkilemiştir. Bu, pratik aklın deviniminde ortaya çıkan liberal ekonomik ve toplumsal anlayışların küresel etkileridir. Bu modellemeler geliştikçe, bunların etkisi farklı alanlarda da devam eder.

Bu etkilerin en önemli örneğini ahlaki alanda da verebiliriz. Örneğin; duygulanımların daha sert hüküm sürdüğü yapılarda ahlak daha toplumsal ve dinsel, yani kitlesel bir anlamda işler. Yani ahlak toplumsal normlara daha çok bağımlıdır ve onun sadece toplum içindeki davranışlarda bir anlamı vardır. Pratik aklın devinimi ile beraber insanın ahlaki yapısı da bireyselleşmiştir. Bunun tarihteki en tipik örneği, Kant’ın ahlak yasalarıdır. Böylece ahlak anlayışı, insan aklının gelişimiyle daha çok rasyonelleşmiştir. Bu aşamalar bir zincir etkisiyle diğerlerini tetikler. Örneğin, duygulanımların sert hüküm sürdüğü yapılarda aile kavramı daha geniş ve etkili bir mekanizma iken; duygulanımların bireyselleşmesiyle çekirdek aile kavramı daha çok önem kazanmış ve daha ileriki aşamalarda da genel olarak aile yapıları giderek daha çok zayıflamıştır. Saf akla yönelim ilerledikçe aile de ortadan kalkacaktır. Çünkü, sevgi ve nefret temel duygu ikililiği rasyonelleşme etkisiyle anlamını kaybetmektedir. Örneğin, sert duygulanım alanında sevginin daha çok sadakat olarak bir anlamı vardır. Sevgi bireyselleştikçe yerini, rasyonel etkinin daha çok tetiklediği bir alan olan haz kavramına bırakmaktadır. Bu gelişme ile birlikte; temel ikililik hacmi zayıflamakta, yani duygulanımlar zayıfladıkça üzerindeki maskeler düşmekte, sevgi ve nefret arasındaki boşluk daralmakta, yani sevgi ve nefret ikililiği anlamını kaybetmektedir. Sadakat olarak sevgi; nefret potansiyelini de daha az körükleyen aşk olarak bireysel sevgiye dönüşmektedir.

Zamanın çok ilerisindeki bir düşünür olan Platon, bunu çok erkenden görmüş ve ideal devlet anlayışında aile kavramına yer vermemişti. Platon gerçekten de tarihin en büyük düşünürlerinden birisidir. Bunu da duygulanımların ne kadar tehlikeli olduğunu ve insan yaşamındaki gerçek yıkımların, savaşların, düzensizliğin nedeni olduğunu fark etmesine borçludur. Bu nedenle ideal toplum anlayışında duygulanımların etkilerini yok edecek düzenlemeler yapmıştır.*** Bu doğrultuda da aile kavramını ortadan kaldırmak istemiştir. Ancak Platon, insanın en temel sorunu olan bu konuyu toplum içerisinde çözebileceğine inanmıştı. Oysa Platon gibi bir dehanın bile fark edemediği bir olgu vardır. Zaten insanın toplumsal yapısı duygulanımların sonucudur. Yani insan toplumsallaşmasının temel nedeni duygulanımlardır. Yani insan toplumsal bir varlık değildir. İnsan, devinimdeki bu geçici zayıflık nedeniyle toplumsallaşmıştır.

Günümüz dünyası pratik aklın bu ikinci aşamasını yaşamaktadır. Ve zamanla üçüncü aşamaya evrilmektedir. Bu ara aşamada insanlar makineleri ve yapay zekaları üretmektedir. Toplumsal yapıları zayıflamış; gelenek ve görenekleri, dinsel yapıları anlamını yitirmiş uygarlıklar güçlenerek hüküm sürmekte ve diğerlerini dönüştürmektedir. Böylelikle, insan aklını baskı altına alan gerçek tahakküm mekanizmaları ortadan kalkmaktadır. İşte bu, pratik aklın saf akla devinimidir. Bu ürettiği ürünler de aslında insanın gelmekte olan saf aklının müjdeleridir. İnsan aslında kendine yabancı olan bir şey üretmiyor. Kendi geleceğini üretiyor. Evet insan üçüncü aşamayla birlikte saf aklının zaferini yaşayacaktır. İnsan, ürettiği makinelere benzeyecektir.

İşte gerçek evrim bu değil mi? Sevmeyen, çünkü nefret etmeyen; adaleti aramayan, çünkü adaletsizliği üretmeyen; hiçbir şeye inanmayan, çünkü dinlerin ortadan kalktığı; insanların mutlak tek gerçekliğin yokluğun bu sonsuz potansiyelitesi olduğunu anladığı, inancın yerine bilginin geçtiği, üzüntü ve sevincin ortadan kalktığı bu dünya gerçek zafer değil mi? İşte Nietzsche’nin müjdelediği üst insan bu değil mi? İşte gerçek mutluluk, sevgi ve nefretin ortadan kalktığı bu geleceğin dünyası değil mi? Bu nedenle yaşamda insan dışındaki diğer canlılar mutluluğu yakalayabiliyorlar. İnsan ise sadece geçici mutluluklarla kendini tatmin edebiliyor. Örneğin, hayvanların doğadaki yaşamları gerçek mutluluğu temsil etmiyor mu? İnsanlar ise onları sevgi ve nefret ikililiğine sürüklemeyi beceriyor ve doğasını bozmayı başarabiliyor. Buna da evcilleştirme diyor.

Pratik aklın devinimi, yani insanın gerçek evrimi ile beraber toplumsal nitelikli ekonomik faaliyetler de günümüzde bireyselleşmektedir. Artık ekonomik faaliyetlerde belirleyici unsur ve karar mekanizması birey olmaktadır. Aynı şekilde, toplumsal yapıya dayalı ideolojik sanat anlayışları yerini daha bireysel sanat akımlarına bırakmaktadır. Pratik aklın deviniminin son aşamasında, piyasa mekanizması içerisindeki ürünler de tek tipleşecektir. Böylelikle saf aklın dünyasındaki ekonomide piyasalar; tek tip, tam anlamıyla şeffaf, rekabetin olmadığı bu nedenle reklam ihtiyacının ortadan kalktığı saf piyasalar haline gelecektir İnsan toplumsallaşmasının ortadan kalktığı bu yaşamda, ekonomik faaliyetlerin bu piyasası; iktisattaki hiçbir zaman gerçeklikte bulunamayan tam rekabet piyasalarına benzer. İşte bu ideal piyasa pratik aklın deviniminin son aşamasında gerçekleşecektir.

Günümüz piyasalardaki ürünler ise çoğunlukla insanların duygularının sömürüsüne dayanmaktadır. Çünkü nerde bir duygu formu varsa o, sömürülmeye muhtaçtır. İnsanlar özellikle kapitalist ekonomik sömürü içerisinde, ihtiyacı olmadığı ürünleri pazarlama yoluyla edinmeye teşvik edilmektedir. Diğer bir yandan da, insanların inançları tüketiminde öncü rol oynamaktadır. Çünkü inançlar da insan duygulanımlarının sonucudur. İnsan toplumsallaşmasının ortadan kalktığı bu yaşamda, ekonomik faaliyetlerin bu yapay piyasası yerini; saf aklın piyasalarına bırakacaktır.

Saf aklın gerçek zaferi; robotlaşmış, makineleşmiş, hissizleşmiş insanların saf ahlaki dünyasıdır. İşte insanın gerçek doğası budur. İşte bu yazılarım, bu dünyayı müjdelemekte ve bunun teorik çerçevesini çizmektedir. Böylelikle düşüncelerim gerçek doğasına kavuşmuş, sevgi ve nefret ikililiğini ve bu vesile ile de diğer tüm ikililiklerini yok etmiş insanlarla birlikte yaşayacaktır.

İnsanın duyusal algılarında yaşadığı bu duygusal sapmalar, aynı zamanda onun doğayı yorumlayabilme araçları üretmesini de sağlıyor. Ancak bu araçlar hep anlam dünyalarındaki bu çarpık ikililikle açığa çıkacaktır. Bu nedenle; güzel-çirkin, iyi-kötü, doğru-yanlış olarak yorumlanamayan sanatsal, ahlaki veya bilimsel bir olgu toplumsal insan için anlamsız olarak kalacaktır.

Nitekim ahlak ve bilim sanıldığı gibi pratik aklın değil, saf aklın ürünleridir. Ancak estetik, sanat ve ekonomi ise pratik aklın ürünleridir. Estetik ve sanat; güzel-çirkin, iyi-kötü ikililiğinden kurtulduğu zaman tek tipleşecek ve bu nedenle de ortadan kalkacaktır. Bu nedenle pratik akıl tamamlanınca, yani akıl-saf akıl özdeşliği kurulunca, insanın saf ahlaksal yönü ve saf bilimi kurulacak; iyi-kötü, doğru-yanlış ikililiği ortadan kalkacak, yani gerçek ahlak ve bilim ortaya çıkacak; piyasalar ve ürünleri tek tipleşecek, rekabet ortadan kalkacak, çünkü buna ihtiyaç kalmayacak; buna karşın, insanın toplumsal alandaki tüm faaliyetleri ve kurduğu tüm toplumsal yapılar ve inançları ile beraber sanatsal faaliyetleri ve estetiksel yönü de tamamen sonlanacaktır.

Böylelikle bu büyük çaptaki teorimi oluşturan makalelerimin giriş bölümünü tamamlayarak, başlangıçta söz verdiğim gibi; insanın toplumsal bir varlık olduğu yalanını ortaya çıkarıp, bununla ilgili üretilen tüm maskeleri parçalayarak; sevgi ve nefretin, iyi ve kötünün olmadığı geleceğin dünyasının insanlarına en büyük armağanımı sunmuş oluyorum.

* Makalelerimin bu bölümünde, Yılmaz Öner'in terminolojisinden sıklıkla yararlandım ve ilerideki yazılarımda da buna devam edeceğim. Çünkü, Yılmaz Öner'in teorileri doğa yasaları ile ilgili değerli açıklama olanakları sunmaktadır. Yılmaz Öner hakkında bilgi isteyenler bu bloğumdaki 'Yılmaz Öner'in Prodeterminizm Teorisi' adlı makalelerime bakabilirler.

** Kalp atışlarının hızlanması, tansiyonun yükselmesi gibi.

*** Platon'un bu konuyu açıkladığı eserleri Devlet ve Yasalar adlı yazılarıdır.