Türkiye'de son yıllarda daha belirgin bir şekilde gördüğümüz, özellikle alevlenen dine dayalı bir ideoloji politikası ile kısaca özetlenebilecek Yeni Türkiye anlayışının; tarihsel oluşum süreçleri, Dünya üzerinde giderek artan şekilde gelişen Neo-Liberal anlayış ve onun siyasi politika süreçleriyle ilişkisini, bunun uzantısı olan emperyal bir küresel kapitalist ekonomi ile oluşan sömürü düzeniyle girdiği karşılıklı uyumun koşulları ve bunların tümünün genel olarak aslında ne anlama geldiği burada açıklanacak, ama bunun için birbiriyle bağlantılı iki temel tez ortaya atılmalı ki, gerçeğin tüm çıplaklığının görülmesini engelleyen her türlü bulanık görüntü, onun fark edilmesini zorlaştıran tüm şatafatlı parlak manzaraların insanın gözünü kamaştıran yansımaları ortadan kaldırılsın.
En temel olarak birincisi, küresel kapitalist sistem; özel mülkiyete dayalı sermayesinin, mülksüz ücretli emeğin üretimini kendi lehine dönüştürüp (sömürüp), onun artı değerine (üretici güçlerin üretimde doğal olarak ortaya çıkan, emeğin beklenenden daha fazla üretimi) el koyarken koşulsuz ve ilk olarak, kendi yayılmacı düzeninin ve sermayesinin dolaşımına dayalı sisteminin güvenliğini sağlamak isteyecektir. Bu sürecin; en zararsız ve esnek gibi görünen eğitim, basın-yayın, medya, dini kurumlar vb. alanlarda işlenen sınıf egemenliğine dayalı sisteme saygı, itaat ve liberal-muhafazakar din ideolojisine dayalı çelişkili bir ahlakçılık olabileceği gibi, devletin bizzat kendi aygıtlarında yürütülen baskı, ihtar, sansürden; en sert ceza ve yaptırım gibi uygulamalara kadar devam ettiği daha önce burada detaylıca açıklanmıştı. Bunun daha iyi anlaşılabilmesi için bu temel tezin; küresel kapitalist sermayenin nüfuzunun, yayılma süreçlerinin, bağımlılık kuramlarıyla birlikte açıklanması gerekiyor.
Öncelikle; Dünya üzerinde, ekonomi temelinde belirlenmiş, iki bölgeli bir ayrım yapılabilir. Bunlar; başta ABD ve Avrupa'nın batısında yer alan, kapitalizmin meta üretiminin geliştiği ve yaygınlaştığı Batı küresel kapitalist devletleri ile Türkiye başta olmak üzere Orta Doğu, Güney Amerika ve Orta Asya ile Asya'nın doğusunda yer alan, kapitalist sermaye için pazar konumunda bulunan gelişmekte olan ülkelerdir. Batının küresel kapitalist devletleri, her zaman kendi ürünlerini rahat pazarlayabileceği liberal ekonomi ile düzenlenmiş zayıf bir pazar ihtiyacı duyacaklardır. Sanayileşmiş kapitalist ülkelere bir çok hammadde gönderen ve onların kendi ürünlerinin rahatça pazarlandığı, kendi üretici emeğinin bu gelişmiş kapitalist ülkeler tarafından serbestçe dönüştürülüp sömürüldüğü, onlara büyük bir yatırım ve kâr alanlarının sağlandığı Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler onlar için vazgeçilmez bir hinterland dayanağı olmaktadır. Marksist kuramcılardan olan Rosa Luxemburg, kapitalizmin kaçınılmaz olarak gereğinden fazla meta üretimi yaptığını, bunların kendi iç pazarlarında tüketilmesinin mümkün olmayacağını belirtmiş, bunun için gelişmiş kapitalist ülkelerin her zaman zayıf pazarlara ihtiyacı olduğunu söylemiştir. Bunun en önemli sonucu ise küresel bir süreç içerisinde, kapitalizmin bu uluslararası yayılımı ve sömürü düzeni en öncelikli temel bir ihtiyaç hissedecektir. Bu da, yukarıda bahsedilen yöntemler ile ideolojik olarak sağlanan, salt bir güvenlik ihtiyacından başka bir şey değildir.
![]() |
| Rosa Luxemburg |
İkinci temel tezim; aydınlanma ile beraber gelen modernitenin batı dünyasındaki kazanımları, ki bu göreceli olarak değerlendirilebilinecek insan hakları ve özgürlükler ile ilgilidir, burjuva sınıfının feodal düzene karşı mücadelesinin sonucunda oluşmuş olsa da, kapitalist sistemin sömürü düzeninin, batının bu özgürlükçü kurumları ile beraber gelmesi, gelişmekte olan toplumlarda inanılmaz bir çelişkiyi de beraberinde getirmektedir. Bu çelişki, kapitalist üretim ilişkilerinin, gelişmekte olan ülkelerin toplumlarında yarattığı çarpık düzeninin, bu özgürlükçü ortam ile karşılıklı doğal bir uyumsuzluğunun sonucudur. Bunun sonucu olarak, kapitalist sömürü düzeninin başa koşulduğu bu gelişmekte olan toplumlarda, toplumsal sosyalist hareketlerinin yükseldiği, bizzat batının kapitalist ülkelerinde fark edilmiş, bunu baskılamak amacıyla yine bizzat o ülkeler tarafından; yeni düzenlemeler, finansal, kurumsal destekler ile gelişmekte olan toplumlarda milliyetçilik, liberalizm, din ideolojisi, baskı rejimleri, nefrete dayalı politik düzenin yükseltildiği görülmektedir.
Mutlak bir şekilde, kendi sermaye dolaşımında ideolojik bir güvenlik isteyen batının gelişmiş kapitalist ülkelerinin, nüfuz edeceği başta Türkiye olmak üzere gelişmekte olan toplumların özgürlükçü, insan haklarına önem veren anlayışlarının, kurumlarının artmasını destekleyeceğini, isteyeceğini düşünmenin yanılgılarla dolu iyimser bir şaşkınlık olduğu ortadadır. Bunun tarihsel olarak bakıldığında en tipik örneği, Türkiye'dir. Tanzimat dönemiyle başlayan, batının kurumlarının, kültürünün, anlayışlarının gelme süreci ve Cumhuriyet dönemiyle hızlanan bu batıcılık hareketinin göreceli bir özgürlük anlayışının doğurduğu sonuç, kaçınılmaz olarak 1960-1980 arası kitlesel sosyalist halk hareketleri ile batının sömürü düzeninin tehdit edilmesiydi. Çünkü bu özgürlükçü kurumlar ithal edilirken, kapitalizmin emeği sömüren üretim ilişkileri de aynı şekilde siyasi olarak politikalaştırılıyordu. Bu iki uygulamanın birbirleriyle kaçınılmaz olarak çelişkiye düştüğü ve bu çelişkinin baskılanmasının ise sadece milliyetçi, liberal bir din ideolojisi ile nefrete bağlı toplumsal gerilimlere dayalı bir politik süreçle sağlanabileceği ortadaydı.
Bunun yine en tipik örneği ve haklılığının gösterimi; AKP iktidarı ile hızlandırılan muhafazakar bir din ideolojisi kisvesi altında uygulanan, dayatılan sansür ve baskının yoğun görüldüğü ama batının Neo-Liberal kapitalist ekonomiye dayalı sömürü düzeninin araçlarının ise sınırsız bir şekilde uygulanıp yaygınlaştırılmasının devam ettiği politika yapım süreçlerinden bu günlerde anlaşılabiliniyor. Bunun ise, bir proje olarak başta ABD olmak üzere Batı ülkeleri tarafından sunulduğu kolayca fark edilebiliniyor. 1970'lerden itibaren dünyada uygulanan Neo-Liberal politikaların, diğer gelişmekte olan ülkelerde olduğu gibi, Türkiye üzerinde de gelir dağılımındaki eşitsizlikleri körüklediği, işçilerin sosyalizm ile beraber kazandığı hakların geri alındığı, taşeronlaşma ve kıdem tazminatlarını tartışmaya açtığı görülmektedir. Toplum üzerindeki bu çelişkili, sömürüye dayalı düzenin görülmesinin engellenmesi için; toplumsal nefretin körüklendiği, sermayenin dolaşımının adaletsizliğinin terör adı altında baskılanmaya çalışıldığı, hatta bu nefretin kendi iktidar güçlerinin içinde dahi oluştuğu fark edilmektedir. Çünkü, bu çelişkili toplum düzeni her zaman bir çatışma ortamı isteyecektir. Diğer toplumsal guruplar, partiler, düşünce akımları tasviye edildiği zaman, zayıflayan nefretin bir şekilde yeniden körüklenmesi gerekecektir.
Ama unutulmamalıdır ki, kapitalist sömürü düzeninin oluşturduğu bu çelişkili toplum yapısının sınıflı sonucu baskılansa dahi yok edilemez. Çünkü bu, kapitalizmin doğal üretim süreçlerinin kaçınılmaz sonucudur. Bunun tek anlamı, sınıf mücadelesinin toplum içerisinde muhakkak varlığının devam edeceğidir. Çünkü tek gerçek sınıf mücadelesidir.


Yazılarınızı begenıyorum ve devamını dılıyorum
YanıtlaSil